|
|
| NAZIM HİKMET RAN KİMDİR?Hayatı Eserleri Tüm şiirleri | |
| | |
Yazar | Mesaj |
---|
maviş Yönetici
| Konu: Geri: NAZIM HİKMET RAN KİMDİR?Hayatı Eserleri Tüm şiirleri 29th Mayıs 2010, 04:16 | |
| GECE GELEN TELGRAF
Gece gelen telgraf dört heceden ibaretti: "VEFAT ETTİ." İmza yok. Bu dört hece bile çok.
Bakıyorum duvara: duvarda bir yara- duvarda bir resim- vefat edenin, elimle çizmişim.
Saat bir. Saat üç. Saat beş. Polis düdükleri, saatlar... Yatağım bozulmamış. Çekmecemde kaatlar: bazıları onun el yazıları.
Gece gelen telgraf dört heceden ibaret... Şafak söküyor- odam geceden ibaret.
Avuçlarımda ellerinin gölgesi dolaşan adam demir parmaklıklardan gördü son gündüzünü. Mahpushane doktoru örterek paltosuyla upuzun yatanın yüzünü: - Tamam! dedi. Bunu belki evvelki akşam dedi. Evvelki akşam ben......
Satıcılar geçiyor mahalleden.
Bakıyorum gece gelen telgrafa. O mükemmel bir kafa mükemmel bir yürek, yumruklarıyla erkek gözleriyle çocuktu. Hudutsuz ve Allahsız bir baştı o. Yoldaştı o..
* * *
Düşmanlar kına yaksın dostlar girsin saflara. Sen gözyaşı göstermeden ağlıyacaksın gece gelen telgraflara...
Nazım Hikmet Ran
GELMİŞ DÜNYANIN DÖRT BİR UCUNDAN Gelmiş dünyanın dört bir ucundan Ayrı dilleri konuşur, anlaşırız Yeşil dallarız dünya ağacından Gençlik denen bir millet var, ondanız.
1956
Nazım Hikmet Ran
| |
| | | maviş Yönetici
| Konu: Geri: NAZIM HİKMET RAN KİMDİR?Hayatı Eserleri Tüm şiirleri 29th Mayıs 2010, 04:17 | |
| GERİLEYEN TÜRKİYE YAHUT ADNAN MENDERES'E ÖĞÜTLER
Nev York Tayms gazetesi 29 Aralık 1954 tarihli sayısında "Türkiye Geriliyor" başlıklı bir başyazı yayımladı. Bu başyazıda şöyle satırlar var : "O - Adnan Menderes - Basın hürriyetini yok ediyor... Basında kendisini tenkit edenleri hapse atıyor... Siyasi muhalefeti eziyor... Menderes işçilere grev hakkını tanıyacağını vaad etmişti... Halbuki en kısa grevler için işçileri takip ediyor..." Ben, Nâzım Hikmet, Nev York Tayms gazetesinin satırları arasında kalan yazıları da okudum. Bu satırların arasındaki satırları aynen aşağıya geçiriyorum.
Şaşkınlığın bu kadarına doğrusu ya pes. Bindiğin dalı kesiyorsun Adnan Menderes. İlle de asıp kesmek geliyorsa içinden Ezmekte devâm et Barışçılar'ı, ama sen Meselâ Yalçın'ı da tıkıyorsun deliğe (1) İhtiyarcık sana azıcık cilve yaptı diye, Git, koş, elini öp, af dile, yüzünü güldür, O, yalnız altın kafeslerde öten bülbüldür. O, matbaalar yıktırıp kitaplar yaktıran, (2) O, büyük demokrat, O, hürriyetçi kahraman, Moskova'yı atomlayalım diyen insancı... Kendine acımazsan bize bir parça acı. A be Adnan Menderes, böyle bir dal kesilmez, Böyle şaşkınlıkların sonu da iyi gelmez... Şu muhalefetle de alıp veremediğin ne? Niye öyle hışımla yürüyorsun üstüne? Kore'ye asker gönderdin de "Hayır" mı dedi? "Kan aktı hesabı sorulmalıdır!" mı dedi? Orduyu emrimize verdin, ses çıkardı mı? "Olmaz olsun" mu dedi Amerikan yardımı? Feryat mı etti "İstiklâl elden gitti" diye? Zavallı, sımsıkı sarılmış demokrasiye : "Başvekil merasimsiz karşılanmalı" diyor. (3) Bir de bazan coşarak "Hayat pahalı" diyor. Bu aksoylu muhalefeti ezilir görmek Türkün Batılı dostlarını pek üzüyor pek. (4) Şaşkınlığın bu kadarına doğrusu ya pes. Bindiğin dalı kesiyorsun Adnan Menderes.
Hani, her işte bizden örnek alacaktın ya? Hürriyet nizamına sâdık kalacaktın ya? Vaadettin tanımadın işçinin grev hakkını. O hakkı bizim tanıdığımız gibi tanı. Elli istiyorlarsa ateş aç, sonra beş ver. Ama ufak tefek grevlerde anlayış göster. Sendika liderlerinizin birçoğu zaten bizde olduğu gibi emir alır polisten. Niye telaşlanıp kaybedersin vekarını? Hem de kırarsın liderlerin itibarını? Şaşkınlığın bu kadarına doğrusu ya pes, Bindiğin dalı kesiyorsun Adnan Menderes.
Senin bindiğin dallar ve bindiğimiz dallar, Unutma bu dallardan başka asıl ağaç var, öfkeyle homurdanan yarı çıplak, yarı aç, bizi silkip atmaya fırsat kollıyan ağaç...
1955
(1) Adnan Menderes tevkif ettiği gazeteciler arasında Hüseyin Cahit Yalçın'ı da hapise attı. (2) 1945 yılında Tan gazetesi başta olmak üzere birçok gazete, dergi matbaası yıkılıp yağma edilmiş, meydanlarda kitaplar yakılmıştı. Bu faşist sürülerine "İleri" emrini Yalçın vermişti. (3) Burjuva muhalefet gazeteleri ve partileri, Adnan Menderes'e İstanbul'a filan gelip gidişlerinde merasim yapılmasına itiraz ediyorlar. (4) Nev-York Tayms yazısını şöyle bitiriyor: "Bu durum Türkiye'nin Batıdaki dostlarını kederlendirmektedir."
Nazım Hikmet Ran
| |
| | | maviş Yönetici
| Konu: Geri: NAZIM HİKMET RAN KİMDİR?Hayatı Eserleri Tüm şiirleri 29th Mayıs 2010, 04:17 | |
| GİDEN
Camların üstünde gece ve kar. Bembeyaz karanlıkta parlıyan raylar - uzaklaşılıp kavuşulmamayı hatırlatıyor. İstasyonun üçüncü mevki bekleme salonunda siyah başörtülü, çıplak ayaklı bir çocuk yatıyor. Ben dolaşıyorum... Gece ve kar - pencerelerde. Bir şarkı söylüyorlar içerde. Bu, giden kardeşimin en sevdiği şarkıydı. En sevdiği şarkı... En sevdiği... En...... Kardeşler, bakmayın gözlerime ağlamak geliyor içimden... Bembeyaz karanlıkta parlıyan raylar - uzaklaşılıp kavuşulmamayı hatırlatıyor. İstasyonun üçüncü mevki bekleme salonunda siyah başörtülü, çıplak ayaklı bir çocuk yatıyor.. Gece ve kar pencerelerde. Bir şarkı söylüyorlar içerde!.. 1933
Nazım Hikmet Ran
GİDERAYAK
Giderayak işlerim var bitirilecek, giderayak. Ceylanı kurtardım avcının elinden ama daha baygın yatar ayılamadı. Kopardım portakalı dalından ama kabuğu soyulamadı. Oldum yıldızlarla haşır neşir ama sayısı bir tamam sayılamadı. Kuyudan çektim suyu ama bardaklara konulamadı. Güller dizildi tepsiye ama taştan fincan oyulamadı. Sevdalara doyulamadı. Giderayak işlerim var bitirilecek, giderayak.
Haziran 1959
Nazım Hikmet Ran
| |
| | | maviş Yönetici
| Konu: Geri: NAZIM HİKMET RAN KİMDİR?Hayatı Eserleri Tüm şiirleri 29th Mayıs 2010, 04:18 | |
| GÖMLEK, PANTOLON, KASKET VE FÖTRE DAİR
Bana: "temiz gömlek giymek düşmanıdır," diyenler varsa eğer, muazzam hocamın resmine baksın. Ustalarımın ustası Marks'ın ceketi rehindeydi, bir övün yemek yerdi dört günde. Dalgalanırdı fakat heybetli sakalı: bembeyaz tertemiz kolalı bir gömleğin üstünde.. Ütülü pantolana idam hükmü kim verdi? Tosunlar, şu bizim tarihi de mek parmak okusunlar: 1848'de kurşunlar demir bir tarak gibi geçerken başından, halis İngiliz kumaşından halis İngiliz modasıyla ütülü mum gibi bir pantolon giyerdi -Alanglez- insanların en büyüğü Engels... Vladimir İliç Ulyanof Lenin ateşten bir dev gibi çıktığı zaman barikata, yakalığı da vardı kıravatı da.. Bana gelince: Ben ki, herhangi bir proleter şairiyim, Marksisto-Leninist şuur, 30 kilo kemik 7 litre kan, bir iki kilometre kadar, damar, adale, et, sinir ve deriyim; ne kafamın dışındaki kasket içindekine delalet eder, ne de biricik fötrüm beni geçmekte olan geçmişe alet eder.... Buna rağmen ben: haftada altı gün kasketliysem eğer, haftada bir gün sevgilimle seyrana giderken biricik fötrümü tertemiz giymek içindir bu... Fakat neden benim iki fötrüm yok? Ne dersin üstat? Tembel miyim? Hayır! Günde 12 saat sayfa bağlamak, ayakta dikilip anası ağlamak sapına kadar çalışmaktır.. Kapkara cahil miyiz? Hayır! Mesela: "Sat-Sin" bey kadar cahilü cühela olmasam gerek.... Budala mıyım? Eh, pek değil.. Belki biraz derbederim.. Lakin hep asıl sebep: proleterim, be birader, proleter!!.. Ve benim iki fötrüm, iki milyon fötrüm, ancak her proleter gibi, Borsalino-Habik-Mosan-Mançister tezgahlarının sahibi olursam-olursak-olacak!... Ve ilaaaaaaa, Laaaaaaa!!!!!!!.... 5.2.1931
Nazım Hikmet Ran
__________________ | |
| | | maviş Yönetici
| Konu: Geri: NAZIM HİKMET RAN KİMDİR?Hayatı Eserleri Tüm şiirleri 29th Mayıs 2010, 04:20 | |
| GÖVDEMDEKİ KURT
Sen benim minare boyunda çam gövdeme, yumuşak beyaz bir kurt gibi girdin, kemirdin! Ben barsaklarında solucan Makdonaldı besleyen İngiliz amelesi gibi taşıyorum seni içimde!
Biliyorum kabahat kimde!
Ey ruhu lordlar kamarası kadın! Ey uzun entarili tüysüz Puankare! Karşımda: demirleri kıpkızıl bir şimendifer ocağı gibi yanmak senin en basit hünerin; yine en basit hünerin senin buzun üstünde bir paten gibi kıvranmak!
Soğuk! Sıcak! Kaltak! dur! Yumuşak beyaz kıvrılışlarınla beynime giriyorsun kemiriyorsun! Oraya giremezsin! Onu kemiremezsin!
Yumuşak beyaz kıvrılışlarıyla beynime giren kurdu çürük bir diş çeker gibi söktüm! Epeyce ter döktüm! Bu sonuncuydu bir daha olmayacak!
1924
Nazım Hikmet Ran
GÖZLERİN
Gözlerin gözlerin gözlerin, ister hapisaneme, ister hastaneme gel, gözlerin gözlerin gözlerin hep güneşte, şu Mayıs ayı sonlarında öyledir işte Antalya tarafında ekinler seher vakti.
Gözlerin gözlerin gözlerin, kaç defa karşımda ağladılar çırılçıplak kaldı gözlerin altı aylık çocuk gözleri gibi kocaman ve çırılçıplak, fakat bir gün bile güneşsiz kalmadılar.
Gözlerin gözlerin gözlerin, gözlerin bir mahmurlaşmayagörsün sevinçli bahtiyar alabildiğine akıllı ve mükemmel dillere destan bir şeyler olur dünyaya sevdası insanın.
Gözlerin gözlerin gözlerin, sonbaharda öyledir işte kestanelikleri Bursa'nın ve yaz yağmurundan sonra yapraklar ve her mevsim ve her saat İstanbul.
Gözlerin gözlerin gözlerin, gün gelecek gülüm, gün gelecek, kardeş insanlar birbirine senin gözlerinle bakacaklar gülüm, senin gözlerinle bakacaklar.
1956
Nazım Hikmet Ran
| |
| | | maviş Yönetici
| Konu: Geri: NAZIM HİKMET RAN KİMDİR?Hayatı Eserleri Tüm şiirleri 29th Mayıs 2010, 04:20 | |
| GÜNEŞİ İÇENLERİN TÜRKÜSÜ
Bu bir türkü:- toprak çanaklarda güneşi içenlerin türküsü! Bu bir örgü:- alev bir saç örgüsü! kıvranıyor; kanlı; kızıl bir meş'ale gibi yanıyor esmer alınlarında bakır ayakları çıplak kahramanların! Ben de gördüm o kahramanları, ben de sardım o örgüyü, ben de onlarla güneşe giden köprüden geçtim! Ben de içtim toprak çanaklarda güneşi. Ben de söyledim o türküyü!
Yüreğimiz topraktan aldı hızını; altın yeleli aslanların ağzını yırtarak gerindik! Sıçradık; şimşekli rüzgâra bindik!. Kayalardan kayalarla kopan kartallar çırpıyor ışıkta yaldızlanan kanatlarını. Alev bilekli süvariler kamçılıyor şaha kalkan atlarını!
Akın var güneşe akın! Güneşi zaptedeceğiz güneşin zaptı yakın!
Düşmesin bizimle yola: evinde ağlayanların göz yaşlarını boynunda ağır bir zincir gibi taşıyanlar! Bıraksın peşimizi kendi yüreğinin kabuğunda yaşayanlar!
İşte: şu güneşten düşen ateşte milyonlarla kırmızı yürek yanıyor!
Sen de çıkar göğsünün kafesinden yüreğini; şu güneşten düşen ateşe fırlat; yüreğini yüreklerimizin yanına at!
Akın var güneşe akın! Güneşi zaaptedeceğiz güneşin zaptı yakın!
Biz topraktan, ateşten, sudan, demirden doğduk! Güneşi emziriyor çocuklarımıza karımız, toprak kokuyor bakır sakallarımız! Neş'emiz sıcak! kan kadar sıcak, delikanlıların rüyalarında yanan o «an» kadar sıcak! Merdivenlerimizin çengelini yıldızlara asarak, ölülerimizin başlarına basarak yükseliyoruz güneşe doğru!
Ölenler döğüşerek öldüler; güneşe gömüldüler. Vaktimiz yok onların matemini tutmaya!
Akın var güneşe akın! Güneşi zaaaptedeceğiz güneşin zaptı yakın!
Üzümleri kan damlalı kırmızı bağlar tütüyor! Kalın tuğla bacalar kıvranarak ötüyor! Haykırdı en önde giden, emreden! Bu ses! Bu sesin kuvveti, bu kuvvet yaralı aç kurtların gözlerine perde vuran, onları oldukları yerde durduran kuvvet! Emret ki ölelim emret! Güneşi içiyoruz sesinde! Coşuyoruz, coşuyor!.. Yangınlı ufukların dumanlı perdesinde mızrakları göğü yırtan atlılar koşuyor!
Akın var güneşe akın! Güneşi zaaaaptedeceğiz güneşin zaptı yakın!
Toprak bakır gök bakır. Haykır güneşi içenlerin türküsünü, Hay-kır Haykıralım!
1924
Nazım Hikmet Ran
| |
| | | maviş Yönetici
| Konu: Geri: NAZIM HİKMET RAN KİMDİR?Hayatı Eserleri Tüm şiirleri 29th Mayıs 2010, 04:22 | |
| GÜNEŞİN SOFRASINDA SÖYLENEN TÜRKÜ
Dalgaları karşılayan gemiler gibi, gövdemizle karanlıkları yara yara çıktık, rüzgarları en serin uçurumları en derin havaları en ışıklı sıra dağlara. Arkamızda bir düşman gözü gibi karanlığın yolu. Önümüzde bakır taslar güneş dolu. Dostların arasındayız! Güneşin sofrasındayız! Dağlarda gölgeniz göklere vursun, göz göze yan yana durun çocuklar. Taşları birbirine vurun çocuklar. Doldurun çocuklar, doldurun doldurun doldur içelim. Başları göklere atalım serden geçelim.. Heeey, nerden geçelim? Yalnayak koşarak devlerin geçtiği yerden geçelim. Heeey hop Heeey hep birden geçelim. Doldurun çocuklar, doldurun doldurun, doldur içelim. Dostların arasındayız! Güneşin sofrasındayız!.
Nazım Hikmet Ran
GÜZ
Günler gitgide kısalıyor, yağmurlar başlamak üzre. Kapım ardına kadar açık bekledi seni. Niye böyle geç kaldın?
Soframda yeşil biber, tuz, ekmek. Testimde sana sakladığım şarabı içtim yarıya kadar bir başıma seni bekleyerek. Niye böyle geç kaldın?
Fakat işte ballı meyveler dallarında olgun, diri duruyor. Koparılmadan düşeceklerdi toprağa biraz daha gecikseydin eğer...
Nazım Hikmet Ran
HABER
Onlardan haber geldi. Oradan onlardan. Gömlekleri kirli değil çatık değilmiş kaşları. Yalnız biraz uzamış tıraşları. "Yandık!" dememişler. Dayanmışlar biliyorum. "Dayandık!" dememişler. Gözleri gülerek bakıyorlarmış adama. Şakaklarında taze bir yara varmış ama, çatık değilmiş kaşları. Yalnız biraz uzamış tıraşları....
Nazım Hikmet Ran
HASRET
Denize dönmek istiyorum! Mavi aynasında suların: boy verip görünmek istiyorum! Denize dönmek istiyorum!
Gemiler gider aydın ufuklara gemiler gider! Gergin beyaz yelkenleri doldurmaz keder. Elbet ömrüm gemilerde bir gün olsun nöbete yeter. Ve madem ki bir gün ölüm mukadder; Ben sularda batan bir ışık gibi sularda sönmek istiyorum! Denize dönmek istiyorum! Denize dönmek istiyorum!
Nazım Hikmet Ran
| |
| | | maviş Yönetici
| Konu: Geri: NAZIM HİKMET RAN KİMDİR?Hayatı Eserleri Tüm şiirleri 29th Mayıs 2010, 04:24 | |
| HERKES GİBİ
Gönlümle baş başa düşündüm demin; Artık bir sihirsiz nefes gibisin. Şimdi tâ içinde bomboş kalbimin Akisleri sönen bir ses gibisin.
Mâziye karışıp sevda yeminim, Bir anda unuttum seni, eminim Kalbimde kalbine yok bile kinim Bence artık sen de herkes gibisin.
Nazım Hikmet Ran
HİCİV VADİSİNDE BİR TECRÜBEİ KALEMİYE Bir varmış bir yokmuş. Develer tellallık edip satarken develeri, bir benim babam varmış, bir de bir zatımuhteremin pederi. Benim babam, dazlak kafalı ufak tefek bir adam. O bir zatımuhteremin pederi İkinci Sultan Hamidin meşhur hırsız seraskeri. Benim babam, dolu koymuş boş çıkmış, bütün ömrünce çevirmiş simsiyah defterleri. O, bir zatımuhteremin pederi - Yemen çölünde açlıktan ölenlerin suyundan, ekmeğinden çalarak, kumun üstüne akan kandan yüzde yüz komisyon alarak han, hamam, apartıman yapmış... Ey zatımuhterem! Şaire, "Kısa kes, diyelim, sözlerini!" Ölmüş sizin serasker peder. Benim de babam öldü. Ve dünyaya yummadan evvel ışıklı çocuk gözlerini siz onun yanındaydınız. Son beş papelin hesabını vermeden ölmesin, diye kalbinin atışını saydınız. Tutmuyordu babamın öpülesi elleri. O eller.. Babamın gözleri artık simsiyah defterleri göremiyordu... Fakat yine siz haklısınız: o gündü hesap günü. Taktınız tenezzülen kendi elinizle siz bir ölünün burnuna gözlüğünü, beş papelin hesabını istediniz. İşte o hesabı şimdi ben veriyorum. Size bir tokat borcum vardı. Dikkat! Kolumu geriyorum. İkimiz karşı karşıyayız. Sizin peder ölmüş. Öldü benim babam. Karşı karşıya kaldık iki meşhur adam. Benim şöhretim nerden gelir, ben neyimle meşhurum - -MALUM!. Size gelince: sizi meşhur eden şey: hırsız bir babanın kanlı altınlarını çalan hırsız bir oğlun parasıdır. Sizin şöhretiniz: lanetle dolu bir yükün çuval darasıdır. Şöhretiniz: kıvrak çengiler, büyük kemancılar veren çingene çadırlarının yüz karasıdır. İnanmazsanız eğer, karıştırsın alim efendiler kalın yapraklı kitaplar gibi seneleri: anlarsınız ki, Edirne boyu çingeneleri, görmemiştir soyunuz gibi bir soyu... Bir varmış bir yokmuş. Develer tellallık edip satarken develeri, bir benim babam varmış, bir de bir zatımuhteremin pederi. Ey zatımuhterem! Ölmüş sizin serasker peder. Öldü benim babam. Karşı karşıya kaldık iki meşhur adam... 1933
Nazım Hikmet Ran
| |
| | | maviş Yönetici
| Konu: Geri: NAZIM HİKMET RAN KİMDİR?Hayatı Eserleri Tüm şiirleri 29th Mayıs 2010, 04:25 | |
| HİÇBİR AĞAÇ BÖYLE HARİKULADE BİR YEMİŞ VERMEMİŞTİR
Topraktan ateşten ve denizden doğanların en mükemmeli doğacak bizden... .......... .......... ......... ve insanlar ellerini korkmadan düşünmeden birbirlerinin ellerine bırakarak yıldızlara bakarak: -"Yaşamak ne güzel şey!" diyecekler; bir insan gözü gibi derin bir salkım üzüm gibi serin bir ferah bir rahat bir işitilmemiş şarkı söyliyecekler.. Hiçbir ağaç böyle harikulade bir yemiş vermemiş olacaktır. Ve en vadedici bir yaz gecesi bile böyle sesler böyle inanılmaz renklerle sabaha ermemiş olacaktır.. Topraktan ateşten ve denizden doğanların en mükemmeli doğacak bizden...
Nazım Hikmet Ran
HOŞ GELDİN
Hoşgeldin! Kesilmiş bir kol gibi omuz başımızdaydı boşluğun... Hoş geldin! Ayrılık uzun sürdü. Özledik. Gözledik... Hoş geldin! Biz bıraktığın gibiyiz. Ustalaştık biraz daha taşı kırmakta, dostu düşmandan ayırmakta... Hoş geldin. Yerin hazır. Hoş geldin. Dinleyip diyecek çok. Fakat uzun söze vaktimiz yok. YÜRÜYELİM..... 1932 Birinciteşrin 5, Çarşamba gecesi
Nazım Hikmet Ran
HÜRRİYET KAVGASI
Yine kitapları, türküleri, bayraklarıyla geldiler, dalga dalga aydınlık oldular, yürüdüler karanlığın üstüne. Meydanları zaptettiler yine.
Beyazıt'ta şehit düşen silkinip kalktı kabrinden, ve elinde bir güneş gibi taşıyıp yarasını yıktı Şahmeran'ın mağarasını.
Daha gün o gün değil, derlenip dürülmesin bayraklar. Dinleyin, duyduğunuz çakalların ulumasıdır. Safları sıklaştırın çocuklar, bu kavga faşizme karşı, bu kavga hürriyet kavgasıdır.
1962
Nazım Hikmet Ran
__________________ | |
| | | maviş Yönetici
| Konu: Geri: NAZIM HİKMET RAN KİMDİR?Hayatı Eserleri Tüm şiirleri 29th Mayıs 2010, 04:28 | |
| İSİMSİZ ŞİİRLER
* * *
İşte geldik gidiyoruz hoşça kal kardeşim deniz biraz çakılından aldık biraz da masmavi tuzundan sonsuzluğundan da biraz ışığından da birazcık birazcık da kederinden bir şeyler anlattın bize denizliğin kaderinden biraz daha umutluyuz biraz daha adam olduk işte geldik gidiyoruz hoşça kal kardeşim deniz
27 Eylül, Pitsunda, 1958
* * *
hoş geldin bebek yaşama sırası sende senin yolunu gözlüyor kuşpalazı boğmaca kara çiçek sıtma ince hastalık yürek enfarktı kanser filan işsizlik açlık filan tiren kazası otobüs kazası uçak kazası iş kazası yer depremi sel baskını kuraklık falan karasevda ayyaşlık filan polis copu hapisane kapısı falan senin yolunu gözlüyor atom bombası falan hoş geldin bebek yaşama sırası sende senin yolunu gözlüyor sosyalizm komünizm filan.
10 Eylül 1961, Laypzig
* * *
Denizin üstünde ala bulut yüzünde gümüş gemi içinde sarı balık dibinde mavi yosun kıyıda bir çıplak adam durmuş düşünür.
Bulut mu olsam, gemi mi yoksa, balık mı olsam, yosun mu yoksa?.. Ne o, ne o, ne o. Deniz olunmalı, oğlum, bulutuyla, gemisiyle, balığıyla, yosunuyla.
15 Eylül 1958 Arhipo Osipovka
* * *
Seni düşünmek güzel şey ümitli şey dünyanın en güzel sesinden en güzel şarkıyı dinlemek gibi bir şey. Fakat artık ümit yetmiyor bana, ben artık şarkı dinlemek değil şarkı söylemek istiyorum...
* * *
Sevgilim, başlar önde, gözler alabildiğine açık, yanan şehirlerin kızıltısı, çiğnenen ekinler ve bitmez tükenmez ayak sesleri : gidiliyor. Ve insanlar katlediliyor : ağaçlardan ve danalardan daha rahat daha kolay daha çok.
Sevgilim, bu ayak sesleri, bu katliâmda hürriyetimi, ekmeğimi ve seni kaybettiğim oldu, fakat açlığın, karanlığın ve çığlıkların içinden güneşli elleriyle kapımızı çalacak olan gelecek günlere güvenimi kaybetmedim hiçbir zaman...
(İstanbul Hapisanesi)
* * *
Hasretini, yokluğunu, sensizliği bir ateş yanığı gibi öyle acıyla duydum ki yüreğimin etinde, gitgide çoğalarak gitgide derinden işleyerek öyle dayanılmaz oldu ki bu seni boğabilirdim senden kurtulmak için çünkü seni o kadar seviyorum.
25-2-43
* * *
Baba! her yılbaşında sana söyleyecek bir tek sözüm var : "Seni ne kadar çok seversem o kadar çok olsun ömründen geçen yıllar..."
Baba! Babam, ağabeyim, kardeşim, arkadaşım! Ne zulüm, ne ölüm, ne korku başımı eğemez! Yalnız senin elini öpmek için eğilir başım. Babam, ağabeyim, kardeşim, arkadaşım...
1/1/1932
* * *
Seviyorum seni ekmegi tuza banıp yer gibi geceleyin ateşler içinde uyanarak ağzımı dayayıp musluğa su içer gibi, ağır posta paketini, neyin nesi belirsiz, telâşlı, sevinçli, kuşkulu açar gibi, seviyorum seni denizi uçakla ilk defa geçer gibi. İstanbul'da yumuşacık kararırken ortalık içimde kımıldanan bir şeyler gibi, seviyorum seni "Yaşıyoruz çok şükür!' der gibi.
27 Ağustos 1960
* * *
Seni düşünürüm anamın kokusu gelir burnuma dünya güzeli anamın.
Binmişin atlıkarıncasına içimdeki bayramın fır dönersin eteklerinle saçların uçuşur bir yitirip bir bulurum al al olmuş yüzünü.
Sebebi ne seni bir bıçak yarası gibi hatırlamamın sen böyle uzakken senin sesini duyup yerimden fırlamamın sebebi ne?
Diz çöküp bakarım ellerine ellerine dokunmak isterim dokunamam arkasındasın camın. Ben bir şaşkın seyircisiyim gülüm alacakaranlığımda oynadığım dramın.
7 Ağustos 1959
* * *
Gülüm, iki gözümün bebeği ölmekten korkmuyorum, ölmek arıma gidiyor, onuruma yediremiyorum ölmeği.
15 Ağustos 1959
* * *
Aya gidilecek daha da ötelere, teleskopların bile görmediği yere. Ama bizim dünyada ne zaman kimse aç kalmayacak, korkmayacak kimse kimseden, emretmeyecek kimse kimseye, yermeyecek kimse kimseyi, umudunu çalmayacak kimse kimsenin?
İşte ben komünistim bu soruya karşılık verdiğim için.
26 Ağustos 1959
* * *
Merih'e giden kosmos gemisinde turistler yeryüzüyce yazılmış şiirler okuyacak. Her sözü beste beste, renk renk, kat kat açarak en sırlı çekirdeğe ulaşabilecekler.
Aralık 1959
* * *
Ak bir karanfil gibi çatlayıp da çekirdek atom bahçelerine yürüyünce aydınlık, yalnız meraklıları değil, bütün insanlık şiirin aynasında kendini seyredecek.
Aralık 1959
* * *
Kırdılar tazecik yeşil dallarımızı Kırdılar kitap tutan ellerimizi Kanına girdiler çocuklarımızın.
1960, Nisan
* * *
Laypzig'de bir yağmur yağıyor incecikten, yağıyoruz vitrinler, ağaçlar, insanlar, bir de otomobillerin hızı, bir de geçmiş zamanlar, bir de saman sarısı, bir de ben yağıyoruz yağan yağmurla beraber incecikten.
18 Eylül 1960
* * *
İnsanların türküleri kendilerinden güzel, kendilerinden umutlu, kendilerinden kederli, daha uzun ömürlü kendilerinden. Sevdim insanlardan çok türkülerini. İnsansız yaşayabildim türküsüz hiçbir zaman. Hiçbir zaman beni aldatmadı türküler de.
Türküleri anladım hangi dilde söylenirse söylensin.
Bu dünyada yiyip içtiklerimin, gezip tozduklarımın, görüp işittiklerimin, dokunduklarımın, anladıklarımın hiçbiri, hiçbiri, beni bahtiyar etmedi türküler kadar...
20 Eylül 1960
* * *
günde kaç milyon insan ölür yeryüzünde doğar kaç milyon kaçı yaşadım diyebilirdi kaçı yaşadım diyebilecek kaçı günde üç öğün yemek yiyebilirdi kaçı yiyebilecek
13 Ağustos 1961, gece
* * *
Yaşım altmış on dokuzumdan beri bir düş görürüm yağmur çamur yaz kış uykuda uyanık takılmış düşümün peşine yürürüm. Neleri alıp götürmedi benden ayrılık; kilometrelerle umut, tonlarla keder, taradığım saçlar, sıktığım eller. Bir düşümle ayrılmadık. Avrupa'yı, Asya'yı, Afrika'yı düşümle dolaştım bir Amerikanlar vize vermediler denizlerden dağlardan çöllerden çok adamları sevdim adamlara şaştım. Mapusanelerde ışığıydı hürriyetimin ekmeğimin katığıydı sürgünde her biten akşamdaydı, her başlayan günde : ulu kurtuluş düşü memleketimin.
1962
* * *
Dünyayı verelim çocuklara hiç değilse bir günlüğüne allı pullu bir balon gibi verelim oynasınlar oynasınlar türküler söyliyerek yıldızların arasında dünyayı çocuklara verelim kocaman bir elma gibi verelim sıcacık bir ekmek somunu gibi hiç değilse bir günlüğüne doysunlar dünyayı çocuklara verelim bir günlük de olsa öğrensin dünya arkadaşlığı çocuklar dünyayı alacak elimizden ölümsüz ağaçlar dikecekler
21 Mayıs 962, Moskova
* * *
Nazım Hikmet Ran
| |
| | | maviş Yönetici
| Konu: Geri: NAZIM HİKMET RAN KİMDİR?Hayatı Eserleri Tüm şiirleri 29th Mayıs 2010, 04:39 | |
| İSTANBUL'DA, TEVKİFANE AVLUSUNDA
İstanbul'da, Tevkifane avlusunda, güneşli bir kış günü, yağmurdan sonra, bulutlar, kırmızı kiremitler, duvarlar ve benim yüzüm yerde, su birikintilerinde kımıldanırken, ben, nefsimin ne kadar cesur, ne kadar alçak, ne kadar kuvvetli, ne kadar zayıf şeyi varsa hepsini taşıyarak : dünyayı, memleketimi ve seni düşündüm...
1939 Şubat İstanbul Tevkifanesi
Nazım Hikmet Ran
İYİMSER ADAM
Çocukken sineklerin kanadını koparmadı teneke bağlamadı kedilerin kuyruğuna kibrit kutularına hapsetmedi hamamböceklerini karınca yuvalarını bozmadı büyüdü bütün bu işleri ona ettiler ölürken başucundaydım bir şiir oku dedi güneş üstüne deniz üstüne atom kazanlarıyla yapma aylar üstüne yüceliği üstüne insanlığın
Bakü, 6 Aralık 1958
Nazım Hikmet Ran
İYİMSERLİK
Şiirler yazarım basılmaz basılacaklar ama
Bir mektup beklerim müjdeli belki de öldüğüm gün gelir mutlaka gelir ama
Ne devlet ne para insanın emrinde dünya belki yüz yıl sonra olsun mutlaka bu böyle olacak ama
Moskova, 12 Eylül 1957
Hikmet Nazım Ran
JAPON BALIKÇISI Denizde bir bulutun öldürdüğü Japon balıkçısı genç bir adamdı. Dostlarından dinledim bu türküyü Pasifik'te sapsarı bir akşamdı.
Balık tuttuk yiyen ölür. Elimize değen ölür. Bu gemi bir kara tabut, lumbarından giren ölür.
Balık tuttuk yiyen ölür, birden değil, ağır ağır, etleri çürür, dağılır. Balık tuttuk yiyen ölür.
Elimize değen ölür. Tuzla, güneşle yıkanan bu vefalı, bu çalışkan elimize değen ölür. Birden değil, ağır ağır, etleri çürür, dağılır. Elimize değen ölür...
Badem gözlüm, beni unut. Bu gemi bir kara tabut, lumbarından giren ölür. Üstümüzden geçti bulut.
Badem gözlüm beni unut. Boynuma sarılma, gülüm, benden sana geçer ölüm. Badem gözlüm beni unut.
Bu gemi bir kara tabut. Badem gözlüm beni unut. Çürük yumurtadan çürük, benden yapacağın çocuk. Bu gemi bir kara tabut. Bu deniz bir ölü deniz. İnsanlar ey, nerdesiniz? Nerdesiniz?
(1956)
Nazım Hikmet Ran
| |
| | | maviş Yönetici
| Konu: Geri: NAZIM HİKMET RAN KİMDİR?Hayatı Eserleri Tüm şiirleri 29th Mayıs 2010, 04:43 | |
| KADINLARIMIZIN YÜZLERİ
Meryem ana Tanrıyı doğurmadı Meryem ana Tanrının anası değil Meryem ana analardan bir ana Meryem ana bir oğlan doğurdu Âdemoğullarından bir oğlan Meryem ana bundan ötürü güzel bütün suretlerinde Meryem ananın oğlu bundan ötürü kendi oğlumuz gibi yakın bize
Kadınlarımızın yüzü acılarımızın kitabıdır acılarımız, ayıplarımız ve döktüğümüz kan karasabanlar gibi çizer kadınların yüzünü.
Ve sevinçlerimiz vurur gözlerine kadınların göllerde ışıyan seher vakıtları gibi.
Hayallerimiz yüzlerindedir sevdiğimiz kadınların, görelim görmeyelim karşımızda dururlar gerçeğimize en yakın ve en uzak.
1962
Nazım Hikmet Ran
KALBİM
Göğsümde 15 yara var!. Saplandı göğsüme 15 kara saplı bıçak!.. Kalbim yine çarpıyor, kalbim yine çarpacak!!!
Göğsümde 15 yara var! Sarıldı 15 yarama kara kaygan yılanlar gibi karanlık sular! Karadeniz boğmak istiyor beni, boğmak istiyor beni, kanlı karanlık sular!!!
Saplandı göğsüme 15 kara saplı bıçak. Kalbim yine çarpıyor, kalbim yine çarpacak!...
Göğsümde 15 yara var!. Deldiler göğsümü 15 yerinden, sandılar ki vurmaz artık kalbim kederinden! Kalbim yine çarpıyor, kalbim yine çarpacak!!!
Yandı 15 yaramdam 15 alev, kırıldı göğsümde 15 kara saplı bıçak.. Kalbim kanlı bir bayrak gibi çarpıyor, ÇAR-PA-CAK!!
1925
Nazım Hikmet Ran
| |
| | | maviş Yönetici
| Konu: Geri: NAZIM HİKMET RAN KİMDİR?Hayatı Eserleri Tüm şiirleri 29th Mayıs 2010, 04:44 | |
| KARLI KAYIN ORMANINDAKarlı kayın ormanında yürüyorum geceleyin. Efkârlıyım, efkârlıyım, elini ver, nerde elin? Ayışığı renginde kar, keçe çizmelerim ağır. İçimde çalınan ıslık beni nereye çağırır? Memleket mi, yıldızlar mı, gençliğim mi daha uzak? Kayınların arasında bir pencere, sarı, sıcak. Ben ordan geçerken biri : "Amca, dese, gir içeri." Girip yerden selâmlasam hane içindekileri. Eski takvim hesabıyle bu sabah başladı bahar. Geri geldi Memed'ime yolladığım oyuncaklar. Kurulmamış zembereği küskün duruyor kamyonet, yüzdüremedi leğende beyaz kotrasını Memet. Kar tertemiz, kar kabarık, yürüyorum yumuşacık. Dün gece on bir buçukta ölmüş Berut, tanışırdık. Bende boz bir halısı var bir de kitabı, imzalı. Elden ele geçer kitap, daha yüz yıl yaşar halı. Yedi tepeli şehrimde bıraktım gonca gülümü. Ne ölümden korkmak ayıp, ne de düşünmek ölümü. En acayip gücümüzdür, kahramanlıktır yaşamak : Öleceğimizi bilip öleceğimizi mutlak. Memleket mi, daha uzak, gençliğim mi, yıldızlar mı? Bayramoğlu, Bayramoğlu, ölümden öte köy var mı? Geceleyin, karlı kayın ormanında yürüyorum. Karanlıkta etrafımı gündüz gibi görüyorum. Şimdi şurdan saptım mıydı, şose, tirenyolu, ova. Yirmi beş kilometreden pırıl pırıldır Moskova... 14 Mart 1956, Moskova, Peredelkino Nazım Hikmet Ran | |
| | | maviş Yönetici
| Konu: Geri: NAZIM HİKMET RAN KİMDİR?Hayatı Eserleri Tüm şiirleri 29th Mayıs 2010, 04:45 | |
| KEMAL TAHİR'E MEKTUP«Malatya» diyorum, senin çatık kaşlarından başka bir şey gelmiyor aklıma. Bursa'da kaplıcalar Amasya'da elma Diyarbakır'da karpuz ve akrep. fakat senin oranın, Malatya'nın nesi meşhurdur, yemişlerinden ve böceklerinden hangisi, suyu mu, havası mı? Düşün ki hapisanesi hakkında bile fikrim yok. Yalnız : bir oda, bir tek penceresi var : çok yüksek olan tavana yakın. Sen ordasın dar ve uzun bir kavanozda küçük bir balık gibi... Teşbihim hoşuna gitmeyebilir. Hele bu günlerde kendini kafeste arslana benzetiyorsundur. Haklısın Kemal Tahir, emin ol ben de öyle, muhakkak ki arslanız, şaka etmiyorum hattâ daha dehşetli bir şey : insanız... Hem de hangi tarihte, hangi sınıftan, malum... Lâkin demir kafesle kavanoz bahsinde iş değişmiyor, ikisi de bir, hele bu günlerde... — Bunu içerde rahat ve masun yatan bilir — ... Hele bu günlerde, Sarıyerli Emin Beyin fıkralarına gülmek, sevgili kitapların ve domatesin lezzeti, tahtakurularına rağmen uyku — günde üç tatlı kaşığı Adonille de olsa — ve Tahir'in oğlu Kemal hattâ mektup gelmesi senden ve hattâ ses duymak, dokunmak, görebilmek havanın ışığını, karıma olan aşkımdan başka nefsimin herhangi bir rahatlığını affedemiyorum... Fartı-hassasiyet? Değil. Döğüşememek, bir mavzer kurşunu kadar olsun bilfiil doğrudan doğruya... Ancak kavgada vurulan acı duymaz ve kavga edebilmek hürriyetidir en mühimi hürriyetlerin. İçerim yanıyor, Kemal, dışarım serin... Anlıyorsun ya, zaten ettiğim lâf bizim lâflarımızın herhangi biri : çok konuşulmuş, ve konuşulmakta olan... Şimdi kim bilir kaç yerde, kaç insan, dizlerinde âtıl ve çaresiz yatan ellerine küfredip acıyarak bu lâfları ediyor... Anlıyorsun ya, zarar yok, ben anlatacağım yine!... Elden hiçbir şey gelmediği zaman konuşup anlatmanın alçak tesellisi? Belki evet, belki hayır... Hayır öyle değil. Hangi teselli bırak be dinini seversen bırak... Bu, düpedüz, başın önde, olduğun yerde dolanarak kükremek, böğürüp bağırmak, Kemal... 1941, Sonbahar.. Nazım Hikmet Ran | |
| | | maviş Yönetici
| Konu: Geri: NAZIM HİKMET RAN KİMDİR?Hayatı Eserleri Tüm şiirleri 29th Mayıs 2010, 04:46 | |
| KEREM GİBİ
Hava kurşun gibi ağır!! Bağır bağır bağır bağırıyorum. Koşun kurşun erit- -meğe çağırıyorum...
O diyor ki bana: — Sen kendi sesinle kül olursun ey! Kerem gibi yana yana...
«Deeeert çok, hemdert yok» Yürek- -lerin kulak- -ları sağır... Hava kurşun gibi ağır...
Ben diyorum ki ona: — Kül olayım Kerem gibi yana yana. Ben yanmasam sen yanmasan biz yanmasak, nasıl çıkar karan- -lıklar aydın- -lığa..
Hava toprak gibi gebe. Hava kurşun gibi ağır. Bağır bağır bağır bağırıyorum. Koşun kurşun erit- -meğe çağırıyorum.....
1930 Mayıs
Nazım Hikmet Ran
KIRKINCI YILIMIZ
Hepimiz kırk yıl önce doğduk, kırk yıl önce sabahleyin kırk yıl önce gün ışırken Bedreddin'in İznik Gölü'nde çamlı bellerinden birinde Köroğlu'nun ve Sibirya'dan, esirlikten dönen Bolşevik Osman pusuya düşürürken Urfa yolunda seher vakti Fıransızı.
Hepimiz kırk yaşındayız yirmisine basanımız da altmışını geçenimiz de atılıp ölenimiz de İstanbul'da Müdüriyet penceresinden.
Bu kırkıncı yılımızda ne bir ormanız ne şose boyunda tek tük kavak ağacı bir tarlayız tohumu saçılmış.
Hepimiz kırkına bastık bu sabah hapiste yatanımız, işyerindekilerimiz, muhacirimiz. Hepimiz kırkına bastık bu sabah. Yoldaşlar yeni yeni yıllara!
25 Eylül 1960
Nazım Hikmet Ran
| |
| | | maviş Yönetici
| Konu: Geri: NAZIM HİKMET RAN KİMDİR?Hayatı Eserleri Tüm şiirleri 29th Mayıs 2010, 04:46 | |
| KIŞLIK SARAY
Kışlık Saray'da Kerenski. Smolni'de Sovyetler ve Lenin, sokakta o n l a r . O n l a r biliyorlar ki, O : "- Dün erkendi, yarın geç. Vakit tamam bugün," dedi. O n l a r : "- Anladık, bildik," - dediler. Ve hiçbir zaman bildiklerini bu kadar müthiş ve mükemmel bilmediler... İşte : cepheden dönen süngüleri, kamyonları, mitralyözleriyle, hasretleri, ümitleri, mukaddes iştihaları, rüzgârda karın üstünde savrulan sözleriyle o n l a r yürüyorlar kışlık saraya...
Putilovski Zavot'tan Bolşevik Kitof : "- Bugün büyük bir gündür, yoldaşlar, - diyor, - büyük bir gündür. Ve ihtar ederim ki çapul yapmak isteyenlere artık Kışlık Saray ve bütün Rusya işçinin ve köylünündür." Tesviyeci Topal Sergey : "- Hey gidi dünya, - diyor, - hey, ben 905'te on yaşımda geçtim bu yoldan : en önde iri, mazlum gözlü azize tasvirleri, yalnayak çocuklar, kocakarılar ve uzun saçlı papaz Gapon... Karşıda, kırmızı pencerede, bütün Rusların çarı sapsarı bakıyordu bize. Kadınlar ağlaşarak toprağa diz çöktüler. Ben kaldırmıştım ki elimi istavroz çıkarmak için birdenbire dörtnala Kazaklar geldi karşımıza. Kazaklar şahlanmış bir at ve simsiyah bir kalpaktılar. Biz çocuklar bağrışarak serçe kuşları gibi düştük. Bir at nalı ezdi benim dizkapağımı..." Ve Topal Sergey bacağını sürüyerek yürüyor o n l a r l a Kışlık Saray'a... Rüzgârdır kardır ve insanlardır hâkim olan manzaraya.
Lehistan cephesinden gelen köylü İvan Petroviç'in gözleri karanlıkta kedi gözleri gibi görüyor : "- Ehhh, Matuşka, - diyor, - yeşil başlı ördek gibi toprağı attık çantaya..."
Sütunların arkasından ateş açtı Kışlık Saray, ateş açtı yüzü güzel Yunkersler ve şişman orospular. Tesviyeci Topal Sergey : "- Hey gidi dünya, - dedi, - hey, Kerenski kalmış kimlere..." Ve topal bacağının üstünden düştü yere... Köylü İvan Petroviç, yağlı, semiz toprağı avucunun içinde görüp ve kırmızı sakalına tükürüp bir Ukrayna şarkısı gibi işletiyor mitralyözü...
Gecenin ortasında kırmızı tuğladan Kışlık Saray ve limanda üç bacalı Avrora...
Bolşevik Kitof haykırdı yoldaşlara : "- Yoldaşlar, - dedi, - tarih yani işçi ve köylü sınıfları, yani kızıl asker, yani, bir meşale yakıyoruz, - dedi, - hücuma kalkıyoruz, - dedi...
Ve Neva nehrinde buzlar kızarırken o n l a r bir çocuk gibi iştihalı ve rüzgâr gibi cesur, Kışlık Saray'a girdiler.
Demir, kömür ve şeker, ve kırmızı bakır, ve mensucat, ve sevda ve zülum ve hayat, ve bilcümle sanayi kollarının, ve küçük ve büyük ve Beyaz Rusya ve Kafkasya, Sibirya ve Türkistan, ve kederli Volga yollarının ve şehirlerin bahtı bir şafak vakti değişmiş oldu.
Bir şafak vakti karanlığın kenarından karlı çizmelerini o n l a r mermer merdivenlere bastıkları zaman...
1939 İstanbul Tevkifanesi
Nazım Hikmet Ran
| |
| | | maviş Yönetici
| Konu: Geri: NAZIM HİKMET RAN KİMDİR?Hayatı Eserleri Tüm şiirleri 29th Mayıs 2010, 04:47 | |
| KIYAMET SURELERİ
Yedi kat yerin altından uğultular geliyor. Çok alâmetler belirdi, vakit tamamdır. Haram sevaboldu, sevap haramdır. Ak kurt, kara tahtayı daha bir yol kemirir, çekin ki körükleri ateşe girdi demir.
Çok alâmetler belirdi, vakit tamamdır. Duyuldu kim ölüm satılıp kâr edile, kendi kendilerin reddü inkâr edile ve duyuldu kabuğuna tık ettiği civcivin. Duyuldu uykusundan uyandığı zincirinden başka kaybedecek şeyi olmayan devin.
Yedi kat yerin altından uğultular geliyor. Medet yoktur, bakma geri. Kantarma zapteyleyemez oldu beygiri. Çıkmış üzengiden, ayağı yok mu? Kan sızar, şâk olmuş, dudağı yok mu? Gider, böyle gider, dahi gider bu âteş yolların durağı yok mu? Bu yol orda biten yoldur. «Türabolmak ne müşküldür...»
Çekin ki körükleri ocağa girdi demir. Bir ateş külçesi düştü buzların ortasına. Alâmetler belirdi, kıyamet alâmetleridir. Haberdir, erişmekte kaynayan su galeyan noktasına.
2
TEBAHHUR SURESİ
Pehlivanlar cümle libastan soyunmuş, üryan idiler, herbiri aşikâr etmişti zamirin. Gök kubbe sıcaktı ve kan kokuyordu, encam tavı gelmiş demirin.
Vadenin irişip çattığını bildiler, kavaklar titreşip yere eğildiler, ve çınar ağaçları gördüler haykıraraktan, köklerinin yılan ölüleri gibi koptuğunu topraktan.
Pehlivanlar cümle libastan soyunmuş, üryan idiler. Kızıl kanatlı kuşlar kayalarda hazırdı atlamaya. Vadenin irişip çattığını bildiler, kabardı, köpüklendi dalgalar başladılar çatlamaya.
Gök kubbe sıcaktı ve kan kokuyordu. Ve rûzigâr yükseldi ağır ağır, çoğaldı gitgide birikti, birikti ve ânı-vahitte «Ah edildi derinden yer oynadı yerinden,» yıkıldı köprüler kemerlerinden, yazılı taşlar kapandı yüzükoyon.
Bu dem kıyamet demidir, bu, buhara inkılâbıdır kaynayan suyun...
Nazım Hikmet Ran
KIZ ÇOCUĞU
Kapıları çalan benim kapıları birer birer. Gözünüze görünemem göze görünmez ölüler.
Hiroşima'da öleli oluyor bir on yıl kadar. Yedi yaşında bir kızım, büyümez ölü çocuklar.
Saçlarım tutuştu önce, gözlerim yandı kavruldu. Bir avuç kül oluverdim, külüm havaya savruldu.
Benim sizden kendim için hiçbir şey istediğim yok. Şeker bile yiyemez ki kâat gibi yanan çocuk.
Çalıyorum kapınızı, teyze, amca, bir imza ver. Çocuklar öldürülmesin şeker de yiyebilsinler.
(1956)
Nazım Hikmet Ran
| |
| | | maviş Yönetici
| Konu: Geri: NAZIM HİKMET RAN KİMDİR?Hayatı Eserleri Tüm şiirleri 29th Mayıs 2010, 04:48 | |
| KORE'DE ÖLEN BİR YEDEK SUBAYIMIZIN MENDERES'E SÖYLEDİKLERİ
DİYET
Gözlerinizin ikisi de yerinde, Adnan Bey, iki gözünüzle bakarsınız, iki kurnaz, iki hayın, ve zeytini yağlı iki gözünüzle bakarsınız kürsüden Meclis'e kibirli kibirli ve topraklarına çiftliklerinizin ve çek defterinize. Ellerinizin ikisi de yerinde, Adnan Bey, iki elinizle okşarsınız, iki tombul, iki ak, vıcık vıcık terli iki elinizle okşarsınız pomadalı saçlarınızı, dövizlerinizi, ve memelerini metreslerinizin. İki bacağınızın ikisi de yerinde, Adnan Bey, iki bacağınız taşır geniş kalçalarınızı, iki bacağınızla çıkarsınız huzuruna Eisenhower'in, ve bütün kaygınız iki bacağınızın arkadan birleştiği yeri halkın tekmesinden korumaktır. Benim gözlerimin ikisi de yok. Benim ellerimin ikisi de yok. Benim bacaklarımın ikisi de yok. Ben yokum. Beni, Üniversiteli yedek subayı, Kore'de harcadınız, Adnan Bey. Elleriniz itti beni ölüme, vıcık vıcık terli, tombul elleriniz. Gözleriniz şöyle bir baktı arkamdan ve ben al kan içinde ölürken çığlığımı duymamanız için kaçırdı sizi bacaklarınız arabanıza bindirip. Ama ben peşinizdeyim, Adnan Bey, ölüler otomobilden hızlı gider, kör gözlerim, kopuk ellerim, kesik bacaklarımla peşinizdeyim. Diyetimi istiyorum, Adnan Bey, göze göz, ele el, bacağa bacak, diyetimi istiyorum, alacağım da.
25 Haziran 1959
Nazım Hikmet Ran
| |
| | | maviş Yönetici
| Konu: Geri: NAZIM HİKMET RAN KİMDİR?Hayatı Eserleri Tüm şiirleri 29th Mayıs 2010, 04:49 | |
| KUVÂYİ MİLLİYE - ALTINCI BAP
MUHAREBELER ve DÜŞMAN ELİNDE KALANLAR ve KARTALLI KÂZIM'IN HİKÂYESİ
İnönü meydanı, yavrum, rüzgâr, soğuklar insanı arı gibi haşlıyor. Zemheriler bitti diyelim, hamsin ya başladı, ya başlıyor. Muharebe beş gün beş gece sürdü. Kan gövdeyi götürdü. Ve nihayetinde düşmanlar karın üstünde top arabaları, sandıklar dolusu konyak, altı kamyon bıraktılar. Sonra, kaçarlarken, yavrum, köyleri, köprüleri yaktılar...
Bu, Birinci İnönü, sonra ikincisi : 23 Mart 1921 günü düşmanın Bursa ve Uşak grupları üstümüze yürüyor. Onlarda, topçu ve piyade bizden üç kere fazla, bizim atlımız çok. Atların makanizması, hartucu, namlusu yoktur ve kılıç çıplak, ucuz bir demirdir. 26 Mart : Akşam. Sağ cenah ilerimize yanaştılar. 27 Mart : Bütün cephelerde temas. 28, 29, 30 : Kavgaya devam. Ve Martın 31'inci gecesinde, (ayışığı var mıydı bilmiyorum) İnönü karanlığı sesler ve kıvılcımlarla doluydu. Ve ertesi gün 1 Nisan : Metristepe aydınlanıyor. Saat altı otuz. Bozöyük yanıyor. Düşman muharebe meydanını silâhlarımıza terketmiştir.
Sonra, 8 Nisandan 11 Nisana kadar : Dumlupınar.
Sonra, Haziran. Bir yaz gecesi. Dünyada yalnız pırıltılar ve böceklerin sesi. Sakarya'yı üç yerinden sallarla geçiyoruz. Basarak aldık Adapazarı'nı. Ve dolaşıp Sapanca Gölü'nün sazlıklarını yanaştık İzmit'in doğusunda çuha fabrikasına. Düşman, kısmen gemilere binerek denizden ve kısmen Karamürsel üzerinden Bursa'ya çekilip boşalttı İzmit şehrini gece yarısı.
Sonra 23 Ağustos : Sakarya melhamei kübrâsı ki devamı 13 Eylül gününe kadardır. Bizim kırk bin piyademiz, dört bin beş yüz atlımız, düşmanın seksen sekiz bin piyadesi, üç yüz topu vardır. Harp meydanının kuzey yanı Sakarya ve dağlardır : keskin ve dik yamaçlarıyla ve kireçli toprakları ve kayalarında tek başlarına birbirinden uzak haşin ve münzevi çam ağaçlarıyla Abdülselâm-dağı, Gökler-dağı, dağlar.
Ve Sakarya'dan bu havalide yalnız, çatal tırnaklı karacalar su içmektedir. Ankara suyunun döküldüğü yerden Eskişehir kuzeybatısına kadar Sakarya mecrası uçurumlar içinden geçmektedir. Güneyde ve güneydoğuda yapraksız ve hazin geniş ve uzun ve insana bıraktığı hiçbir şeye acımadan ölmek arzusu veren Cihanbeyli ovası : çöl... Bu çölün, bu dağların, bu nehrin ve bizim önümüzde yirmi iki gün ve gece fasılasız dövüşüp düşman ordusu ric'ata mecbur kaldı.
Buna rağmen : Sene 1922 ve 15 vilâyet ve sancak ve 9 büyük şehir düşman elindedir. İnanılmaz şeyler düşmandadır ki bunların arasında : 7 göl, 11 nehir ve köklerinde baltamızın yarası ve yangınlarıyla bizim olan yüz kere yüz bin dönüm orman, bir tersane, iki silâh fabrikası, ve 19 körfez ve liman ki belki birçoğunun rıhtımı, mendireği, kırmızı, yeşil fenerleri yoktur ve belki sularında ateş kayıklarının ışıltısından başka ışık yanmadı, fakat onlar tahta iskeleleri ve kederli balıkçılarıyla bizimdiler. Sonra, 3 deniz, 6 kol tren hattı, sonra, göz alabildiğine yol : sılaya gittiğimiz, gurbette göründüğümüz ve neden ve niçin olduğunu sormadan çöle, Çanakkale'ye, ölüme gittiğimiz yol ve sonra toprak ve o toprağın insanları : Uşak tezgâhlarının halı dokuyanları, klaptan işlemeli eğerleriyle meşhur Manisa'lı saraçlar, yol kıyılarında ve istasyonlarda açlar ve kurnaz ve cesur ve ağırbaşlı ve çapkın ve kütleleriyle delikanlı İstanbul ve İzmir işçileri ve zahire ve kantariye tâcirleriyle eşraf ve âyân, kıl çadırlı yürükleri Aydın'ın, ve sonra, ırgat, ortakçı, maraba, davarlı ve davarsız, yarım meşin çizmeli ve ham çarıklı köylüler. 15 vilâyet ve sancak ve 9 büyük şehir düşman elindedir.
Mehtaplı bir gece, gümüş bir kutunun içindesin : ortalık öyle bir tuhaf aydınlık, öyle ıssız. Ya çok seslidir ya hiç ses vermez mehtaplı gece zaten.
Yatıyor filintasının arkasında Kartallı Kâzım. Kız gibi Osmanlı filintası. Parlıyor arpacık namlının ucunda : yüz yıllık yoldaymış gibi uzak ve bir damlacık.
Kâzım emir aldı merkezden : Gebze'deki İngiliz'in tercümanı vurulacak. Köylerde teşkilât kurmuş tercüman Mansur : satıyor bizimkileri.
Kâzım iyi hesaplamış herifin geçeceği yeri. İşte sökün etti Mansur karşıdan : beygirin üzerinde. Beygir yüksek, İngiliz kadanası. Kendi halinde yürüyor hayvan ortasında demiryolunun sallana sallana, ağır ağır. Tercüman herhalde bırakmış dizginleri, başı sallanıyor, belki de uyuyor üzerinde beygirin.
Yaklaştıkça büyüyor herif. Zaten mehtapta heybetli görünür insan.
Arada kaldı kalmadı dört yüz adım, namlıyı kaldırdı birazcık Kâzım, nişan aldı sallanan başına Mansur'un. Soldaki yamaçtan bir taş parçası düştü. Bir kuş uçtu sağdaki ağaçtan, -ağaç çınar-. Kuş ürkmüş olacak. Çevrildi Kâzım'ın başı kuşun uçtuğu yana, mehtapla yüz yüze geldiler. Mehtap koskocaman, desdeğirmi, bembeyaz. Ve Kâzım'ın gözünü aldı âdeta. Zaten bu yüzden, tekrar göz, gez, arpacık ve filintayı ateşlediği zaman ilk kurşun Mansur'un başını delecek yerde galiba omuzuna girdi. Herif «Hınk» dedi bir, beygirin başını çevirdi dörtnal kaçıyor. Yetiştirdi ikinci kurşunu Kâzım. Beygirin üstünde sola yıkıldı Mansur. Üçüncü kurşun. Tercüman düştü beygirden. Fakat bir ayağı üzengiye takılı kalmış, sürüklendi kaçan hayvanın peşinde biraz, sonra kurtuldu ki ayağı yıkılıp kaldı olduğu yerde. Yamaca sardı beygir. Kalktı Kâzım, yürüdü Mansur'a doğru, üzerinden kâatları alacak. Arada dört telgraf direği yalnız, ellişerden iki yüz metre eder. Mansur doğruldu ansızın, kaçıyor bayır aşağı. Filintayı omuzladı Kâzım. Dördüncü kurşun. Yıkıldı herif. Koştu Kâzım. Doğruldu yine Mansur. Yürüyor sarhoş gibi sallanarak, kaçmıyor artık, yürüyor. Kâzım da bıraktı koşmayı. Deniz kıyısına indiler. Orda boş bir fabrika var, bir de beyaz bir ev, tahta iskelesi iner denizin içine kadar. Mansur suya giriyor, kâatlar ıslanacak. Beşinci kurşunu yaktı Kâzım. Suya düşüp kaldı önde giden ve Kâzım tazelerken şarjörü bir ışık yandı beyaz evde, bir pencere açıldı. Galiba bir kadın baktı dışarıya.. Boğazlanıyormuş gibi bağırdı Mansur. Pencere kapandı, ışık söndü. Tercüman attı kendini tahta iskeleye. Art ayakları kırılmış bir hayvan gibi sürünüp tırmanıyor. Hay anasını, ay da denize düşmüş toplanıp dağılıyor, dağılıp toplanıyor. Velhasıl, lâfı uzatmıyalım, Mansur'un işini bıçakla bitirdi Kâzım. Kâatlar kan içindeydi. Fakat kan kapatmıyor yazıyı...
Namussuzun biriydi Mansur, muhakkak. Düşmana satılmıştı, orası öyle. Kaç kişinin başını yedi, malûm. Ama ne de olsa mehtapta herif beygirin üzerinde uyumuş geliyordu. Demek istediğim, böyle günlerde bile, böyle bir adamı bile bu çeşit öldürüp ortalık duruldukta, yıllarca sonra mehtaba baktığın vakit üzüntü çekmemek için, ya insanlarda yürek dediğin taştan olacak, yahut da dehşetli namuslu olacak yüreğin, Kâzım'ınki taştan değildi çok şükür, fakat namuslu. Ne malûm? dersen : Dövüştü pir aşkına, yaralandı birkaç kere ve saire. Ve kavga bittiği zaman ne çiftlik sahibi oldu, ne apartıman. Kavgadan önce Kartal'da bahçıvandı, kavgadan sonra Kartal'da bahçıvan...
Nazım Hikmet Ran
| |
| | | maviş Yönetici
| Konu: Geri: NAZIM HİKMET RAN KİMDİR?Hayatı Eserleri Tüm şiirleri 29th Mayıs 2010, 04:51 | |
| KUVÂYİ MİLLİYE - BAŞLANGIÇ - ONLAR
Onlar ki toprakta karınca, suda balık, havada kuş kadar çokturlar; korkak, cesur, câhil, hakîm ve çocukturlar ve kahreden yaratan ki onlardır, destânımızda yalnız onların mâceraları vardır.
Onlar ki uyup hainin iğvâsına sancaklarını elden yere düşürürler ve düşmanı meydanda koyup kaçarlar evlerine ve onlar ki bir nice murtada hançer üşürürler ve yeşil bir ağaç gibi gülen ve merasimsiz ağlayan ve ana avrat küfreden ki onlardır, destânımızda yalnız onların mâceraları vardır.
Demir, kömür ve şeker ve kırmızı bakır ve mensucat ve sevda ve zulüm ve hayat ve bilcümle sanayi kollarının ve gökyüzü ve sahra ve mavi okyanus ve kederli nehir yollarının, sürülmüş toprağın ve şehirlerin bahtı bir şafak vakti değişmiş olur, bir şafak vakti karanlığın kenarından onlar ağır ellerini toprağa basıp doğruldukları zaman.
En bilgin aynalara en renkli şekilleri aksettiren onlardır. Asırda onlar yendi, onlar yenildi. Çok sözler edildi onlara dair ve onlar için : zincirlerinden başka kaybedecek şeyleri yoktur, denildi.
Nazım Hikmet Ran
| |
| | | maviş Yönetici
| Konu: Geri: NAZIM HİKMET RAN KİMDİR?Hayatı Eserleri Tüm şiirleri 29th Mayıs 2010, 04:51 | |
| KUVÂYİ MİLLİYE - BEŞİNCİ BAP
920'NİN 16 MARTI ve MANASTIRLI HAMDİ EFENDİ ve REŞADİYELİ VELİ OĞLU MEMET'İN HİKÂYESİ
«Bu hamiyetli ve cesur, Manastırlı Hamdi Efendi olmasaydı, İstanbul felâketinden kim bilir haber almak için ne kadar intizarlar içinde kalacaktık. İstanbul'da bulunan nâzır, mebus, kumandan, teşkilâtımız mensupları içinden bir zat çıkıp vaktiyle bize haber vermeği düşünmemiş olduğu anlaşılıyor. Demek ki cümlesini heyecan ve helecan kaplamıştı. Bir ucu Ankara'da bulunan telin İstanbul'da bulunan ucuna yanaşamayacak kadar şaşkın bir hale gelmiş olduklarına bilmem ki hükmetmek caiz olur mu?»
(Nutuk, s. 295, Devlet Basımevi, İstanbul 1938)
920'nin 16 Martı. Öğleden evvel saat onda makina başında şöyle bir telgraf aldı Ankara'daki :
«Der-aliye 16/3/1920. İngilizler bastı bu sabah Şehzadebaşı'ndaki Muzika karakolunu. Müsademe edildi. İşgal altına alıyorlar İstanbul'u şimdi. Berâyi malûmat arzolunur. Manastırlı Hamdi.»
920'nin 16 Martı. Harbiye Nezareti telgrafhanesi buldu Ankara'yı : «Etrafta dolaşıyor İngiliz askerleri. Şimdi işte İngiliz askerleri giriyorlar nezarete. İşte giriyorlar içeri. Nizamiye kapısına. Teli kes. İngilizler burdadır.»
920'nin 16 Martı. Manastırlı Hamdi Efendi buldu Ankara'dakini tekrar :
«Paşa hazretleri, Harbiye telgrafhanesini de işgal etti İngiliz bahriye askeri Tophane'yi de işgal ediyorlar bir taraftan, bir taraftan da zırhlılardan asker ihraç olunuyor. Vaziyet vehamet kesbediyor efendim. Paşa hazretleri, Emri devletlerine muntazırım.
16 Mart 1920 Hamdi»
920'nin 16 Martı. Durumu bir daha tekrar etti Hamdi Efendi :
«Sabah bizim asker uykuda iken İngiliz bahriye efradı karakolu işgal etmekte iken askerlerimiz uykudan şaşkın kalkınca müsademe başlıyor. Neticede bizden altı şehit, on beş mecruh olup İngilizler zırhlıları rıhtıma yanaştırıp Beyoğlu ve Tophane'yi işgal edip. İşte Beyoğlu telgrafhanesi de yok. İşte Beyoğlu telgraf memurları geldiler. Kovmuşlar. Burası da işgal olunacaktır bir saata kadar. Şimdi haber aldım efendim.»
920'nin 16 Martı uykuda kesti kâfir üçümüzü, kurşuna dizdi kâfir ikimizi. İngiliz'in hepsi değil domuzu Sabaha karşı aldı canımızı.
920'nin 16 Martı basıldı Vezneciler'de karargâh. Uyan be tosunum uyan. Üçümüzü uykuda kesti kâfir, üçümüz : Abdullah çavuş, Şarkışla'dan Osman, bir de Zileli Abdülkadir.
920'nin 16 Martı Bozdoğan Kemeri'nde kurşuna dizdi kâfir ikimizi. Ahmet oğlu Nasuh arkadaşımın adı, Reşadiyeli Veli oğlu Memet benimkisi.
920'nin 16 Martı uykuda kesti kâfir üçümüzü. Soktu Osman'ın karnına kasaturayı, bastı göğsüne kâfirin dizi. Dört çocuk babasıydı Abdullah çavuş. Doymadı dünyasına Abdülkadir. Üçümüzü uykuda kesti kâfir, kurşuna dizdi ikimizi.
920'nin 16 Mart sabahı, karakolun karşısında bırakmadım elimden silâhı, yere serdim iki İngiliz'i. Senin ırzını kurtardım İstanbul'um, Sana can feda çakır gözlü gülüm.
Üçümüzü uykuda kesti kâfir, kurşuna dizdi ikimizi. Şimdi üçümüz : Abdullah ve Osman ve Abdülkadir, taşları yan yana yatar Eyüp'te. Arama, bulamazsın ikimizin kabrini, belki maşrıkta, belki mağripte, biz de bilemeyiz yerini.
Uykuda kestiler üçümüzü, kurşuna dizdiler ikimizi, Ahmet oğlu Nasuh arkadaşımın adı, Reşadiyeli Veli oğlu Memet benimkisi. Bir de altıncımız var, kara kaytan bıyıklı bir şehit, son mekânı şöyle dursun, adını da bilen yok...
Nazım Hikmet Ran
| |
| | | maviş Yönetici
| Konu: Geri: NAZIM HİKMET RAN KİMDİR?Hayatı Eserleri Tüm şiirleri 29th Mayıs 2010, 04:54 | |
| KUVÂYİ MİLLİYE - BİRİNCİ BAP
YIL 1918-1919 ve KARAYILAN HİKÂYESİ
Ateşi ve ihaneti gördük ve yanan gözlerimizle durduk bu dünyanın üzerinde. İstanbul 918 Teşrinlerinde, İzmir 919 Mayısında ve Manisa, Menemen, Aydın, Akhisar : Mayıs ortalarından Haziran ortalarına kadar yani tütün kırma mevsimi, yani, arpalar biçilip buğdaya başlanırken yuvarlandılar... Adana, Antep, Urfa, Maraş : düşmüş dövüşüyordu...
Ateşi ve ihaneti gördük. Ve kanlı bankerler pazarında memleketi Alaman'a satanlar, yan gelip ölülerin üzerinde yatanlar düştüler can kaygusuna ve kurtarmak için başlarını halkın gazabından karanlığa karışarak basıp gittiler. Yaralıydı, yorgundu, fakirdi millet, en azılı düvellerle dövüşüyordu fakat, dövüşüyordu, köle olmamak için iki kat, iki kat soyulmamak için.
Ateşi ve ihaneti gördük. Murat nehri, Canik dağları ve Fırat, Yeşilırmak, Kızılırmak, Gültepe, Tilbeşar Ovası, gördü uzun dişli İngiliz'i. Ve Aksu'yla Köpsu, Karagöl'le Söğüt Gölü ve gümüş basamaklı türbesinde yatan büyük, âşık ölü, şapkası horoz tüylü İtalyan'ı gördü. Ve Çukurova, kıyasıya düzlük, uçurumlar, yamaçlar, dağlar kıyasıya ve Seyhan ve Ceyhan ve kara gözlü Yürük kızı, gördü mavi üniformalı Fransız'ı. Ve devam ettik ateşi ve ihaneti görmekte. Eşraf ve âyân ve mütehayyizânın çoğu ve ağalar : Bağdasar Ağa'dan Kellesi Büyük Mehmet Ağa'ya kadar, düşmanla birlik oldular. Ve inekleri, koyunları, keçileri sürüp, götürüp, gelinlerin ırzına geçip, çocukları öldürüp ve istiklâli yakıp yıktıkça düşman, dağa çıktı mavzerini, nacağını, çiftesini kapan ve çığ gibi çoğaldı çeteler ve köylülerden paşalar görüldü, kara donlu köylülerden. Ve bizim tarafa geçenler oldu Tunuslu ve Hindli kölelerden. Ve Türkistanlı Hacı Ahmet, kısık gözleri, seyrek sakalı, hafif makinalı tüfeğiyle dağlarda bir başına dolaştı. Ve sabahleyin ve öğle sıcağında ve akşamüstü ve ayışığında ve yıldız alacasında geceleyin, ne zaman sıkışsa bizimkiler, peyda oluverdi, yerden biter gibi o ve ateş etti ve düşmanı dağıttı ve kayboldu dağlarda yine.
Ateşi ve ihaneti gördük. Dayandık, dayandık her yanda, dayandık İzmir'de, Aydın'da, Adana'da dayandık, dayandık, Urfa'da, Maraş'ta, Antep'te.
Antepliler silâhşor olur, uçan turnayı gözünden kaçan tavşanı ard ayağından vururlar ve arap kısrağının üstünde taze yeşil selvi gibi ince uzun dururlar.
Antep sıcak, Antep çetin yerdir. Antepliler silâhşor olur. Antepliler yiğit kişilerdir.
Karayılan Karayılan olmazdan önce Antep köylüklerinde ırgattı. Belki rahatsızdı, belki rahattı, bunu düşünmeğe vakit bırakmıyordular, yaşıyordu bir tarla sıçanı gibi ve korkaktı bir tarla sıçanı kadar. Yiğitlik atla, silâhla, toprakla olur, onun atı, silâhı, toprağı yoktu. Boynu yine böyle çöp gibi ince ve böyle kocaman kafalıydı Karayılan Karayılan olmazdan önce.
Düşman Antep'e girince Antepliler onu korkusunu saklayan bir fıstık ağacından alıp indirdiler.
Altına bir at çekip eline bir mavzer verdiler.
Antep çetin yerdir. Kırmızı kayalarda yeşil kertenkeleler. Sıcak bulutlar dolaşır havada ileri geri...
Düşman tutmuştu tepeleri, düşmanın topu vardı. Antepliler düz ovada sıkışmışlardı. Düşman şarapnel döküyordu, toprağı kökünden söküyordu. Düşman tutmuştu tepeleri. Akan : Antep'in kanıydı.
Düz ovada bir gül fidanıydı Karayılan'ın Karayılan olmazdan önceki siperi. Bu fidan öyle küçük, korkusu ve kafası öyle büyüktü ki onun, namlıya tek fişek sürmeden yatıyordu yüzükoyun.
Antep sıcak, Antep çetin yerdir. Antepliler silâhşor olur. Antepliler yiğit kişilerdir. Fakat düşmanın topu vardı. Ve ne çare, kader, düz ovayı Antepliler düşmana bırakacaklardı.
«Karayılan» olmazdan önce umurunda değildi Karayılan'ın kıyamete dek düşmana verseler Antep'i. Çünkü onu düşünmeğe alıştırmadılar. Yaşadı toprakta bir tarla sıçanı gibi, korkaktı da bir tarla sıçanı kadar.
Siperi bir gül fidanıydı onun, gül fidanı dibinde yatıyordu ki yüzükoyun ak bir taşın ardından kara bir yılan çıkardı kafasını. Derisi ışıl ışıl, gözleri ateşten al, dili çataldı. Birden bir kurşun gelip kafasını aldı. Hayvan devrildi kaldı.
Karayılan Karayılan olmazdan önce kara yılanın encâmını görünce haykırdı avaz avaz ömrünün ilk düşüncesini . «İbret al, deli gönlüm, demir sandıkta saklansan bulur seni, ak taş ardında kara yılanı bulan ölüm.»
Ve bir tarla sıçanı gibi yaşayıp bir tarla sıçanı kadar korkak olan, fırlayıp atlayınca ileri bir dehşet aldı Anteplileri, seğirttiler peşince. Düşmanı tepelerde yediler. Ve bir tarla sıçanı gibi yaşayıp bir tarla sıçanı kadar korkak olana : KARAYILAN dediler.
«Karayılan der ki : Harbe oturak, Kilis yollarından kelle getirek, nerde düşman varsa orda bitirek, vurun ha yiğitler namus günüdür...»
Ve biz de bunu böylece duyduk ve çetesinin başında yıllarca nâmı yürüyen Karayılan'ı ve Anteplileri ve Antep'i aynen duyup işittiğimiz gibi destânımızın birinci bâbına koyduk.
Nazım Hikmet Ran
| |
| | | maviş Yönetici
| Konu: Geri: NAZIM HİKMET RAN KİMDİR?Hayatı Eserleri Tüm şiirleri 29th Mayıs 2010, 04:56 | |
| KUVÂYİ MİLLİYE - DÖRDÜNCÜ BAP
NURETTİN EŞFAK'IN BİR MEKTUBU ve BİR ŞİİRİ
Kardeşim, sana bu mektubu Ankara'da Kuyulu kahvede yazıyorum. Hep aynı Anadolu havalarını çalıyor gramofon kocaman bir boru çiçeğine benzeyen ağzıyla, Dışarda yağmur... Mektepten istifa ettim. Cepheye gidiyorum ihtiyat zabitliğiyle. Çocuklarımıza Türkçe okutmak, öğretmek, sevdirmek onlara dünyanın en diri, en taze dillerinden birini, kendi dillerini, güzel şey, büyük şey. Fakat bu dilin insanları için çakmak çalmak cehpede daha büyük daha güzel.
Biliyorum : iş bölümünden bahsedeceksin. Fakat, Ankara'da çocuklara ders vermek, bozkırda ateş hattına girmek haksız ve hazin bir iş bölümü. Öyle günlerde yaşıyoruz ki ben bir iş yapabildim diyebilmek için : hep alnının ortasında duyacaksın ölümü.
Bak, tam sana bunları yazarken asker geçiyor sokaktan ; yağmurda harap postallarının meşinini ıslatarak Meclis'in önüne doğru iniyorlar, İstasyona gidecekler. Ve türkü söylerken, her nedense her zaman yaptığı gibi, sesini incelterek marş okuyor genç Türk köylüsü : «Ankara'nın taşına bak, gözlerimin yaşına bak...»
Yüzleri mühim, dalgın ve yorgun. Tıraşları uzamış biraz. Elleri büyük ve esmer. Elâ gözlüler, kara gözlüler, mavi gözlüler.
Yine birdenbire Yunus Emre geldi aklıma. Başka türlü anlıyorum ben Yunus'u : Bence onda bütün bir devir dile gelmiş Türk köylüsü : öte dünyaya dair değil, bu dünyaya dair kaygılarıyla...
Bir şiir yazdım, garip bir şiir, «Türk Köylüsü» diye. Bir tuhaf mı oluyor böyle günlerde şiir yazmak? Her ne hâl ise, hoşça kal, gözlerinden öperim.
Kardeşin Nurettin Eşfak
TÜRK KÖYLÜSÜ
Topraktan öğrenip kitapsız bilendir. Hoca Nasreddin gibi ağlayan Bayburtlu Zihni gibi gülendir. Ferhad'dır Kerem'dir ve Keloğlan'dır. Yol görünür onun garip serine, analar, babalar umudu keser, kahbe felek ona eder oyunu. Çarşambayı sel alır, bir yâr sever el alır, kanadı kırılır çöllerde kalır, ölmeden mezara koyarlar onu. O, «Yûnusû biçâredir Baştan ayağa yâredir», ağu içer su yerine. Fakat bir kerre bir derd anlayan düşmeyegörsün önlerine ve bir kerre vakterişip «-Gayrık yeter!...» demesinler. Bunu bir dediler mi, «İsrâfil sûrunu urur, mahlûkat yerinden durur», toprağın nabzı başlar onun nabızlarında atmağa. Ne kendi nefsini korur, ne düşmanı kayırır, «Dağları yırtıp ayırır, kayaları kesip yol eyler âbıhayat akıtmağa...»
Nazım Hikmet Ran
| |
| | | maviş Yönetici
| Konu: Geri: NAZIM HİKMET RAN KİMDİR?Hayatı Eserleri Tüm şiirleri 29th Mayıs 2010, 04:56 | |
| KUVÂYİ MİLLİYE - İKİNCİ BAP
YIL YİNE 1919 ve İSTANBUL'UN HÂLİ ve ERZURUM ve SIVAS KONGRELERİ ve KAMBUR KERİM'İN HİKÂYESİ
Biz ki İstanbul şehriyiz, Seferberliği görmüşüz : Kafkas, Galiçya, Çanakkale, Filistin, vagon ticareti, tifüs ve İspanyol nezlesi bir de İttihatçılar, bir de uzun konçlu Alman çizmesi 914'ten 18'e kadar yedi bitirdi bizi. Mücevher gibi uzak ve erişilmezdi şeker erimiş altın pahasında gazyağı ve namuslu, çalışkan, fakir İstanbullular sidiklerini yaktılar 5 numara lâmbalarında. Yedikleri mısır koçanıydı ve arpa ve süpürge tohumu ve çöp gibi kaldı çocukların boynu. Ve lâkin Tarabya'da, Pötişan'da ve Ada'da Kulüp'te aktı Ren şarapları su gibi ve şekerin sahibi kapladı Miloviç'in yorganına 1000 liralıkları. Miloviç de beyaz at gibi bir karı. Bir de sakalı Halife'nin, bir de Vilhelm'in bıyıkları.
Biz ki İstanbul şehriyiz, güzelizdir, dört yanımız mavi mavi dağdır, denizdir. Öfkeli, büyük bir şair : «Ey bin kocadan arta kalan bilmem neyi bakir» demiş bize ve bir başkası, yekpare Acem mülkünü fedâ etti bir sengimize.
Biz ki İstanbul şehriyiz, işte, arzederiz halimizi Türk halkının yüce katına. Mevsim yazdır, 919'dur. Ve teşrinlerinde geçen yılın dört düvele teslim ettiler bizi, gözü kanlı dört düvele anadan doğma çırılçıplak. Ve kurumuştu ve kan içindeydi memelerimiz.
Biz ki İstanbul şehriyiz, Fransız, İngiliz, İtalyan, Amerikan bir de Yunan, bir de zavallı Afrika zencileri yer bitirir bizi bir yandan, bir yandan da kendi köpek döllerimiz : Vahdettin Sultan, ve damadı Ferit ve İngiliz muhipleri ve Mandacılar.
Biz ki İstanbul şehriyiz, yüce Türk halkı, malûmun olsun çektiğimiz acılar...
919 Temmuzunun 23'üncü günü pek mütevazı bir mektep salonunda in'ikad etti Erzurum Kongresi.
Erzurum'un kışı zorludur balam, tandırında tezek yakar Erzurum, buz tutar yiğitlerinin bıyığı ve geceleyin karlı ovada kaskatı katılaşmış, donmuş görürsün karanlığı.
Erzurum'da kavaklar, balam, Erzurum'da kavaklar tane tane, kavaklarda tane tane yapraklar. Ve terden ve toz dumandan ve sinekten geçilmez Erzurum'da yaz gelip de bastı mıydı sıcaklar.
Erzurum'un düzdür, topraktır damı. Erzurum güzelleri giyer, balam, incecik ak yünden ehramı. Yürek boynun büker, balam, Erzurumlu türkülere. Halim selimdir Erzurum'un adamı ve lâkin dönmesin gözü bir kere!...
Erzurum'da on dört gün sürdü Kongre : orda, mazlum milletlerden bahsedildi bütün mazlum milletlerden ve emperyalizme karşı dövüşlerinden onların.
Orda, bir Şûrayı Millî'den bahsedildi, İradei Milliyeye müstenit bir Şûrayı Millî'den. Buna rağmen, «Âsi gelmiyelim» diyenler vardı, «makamı hilâfet ve saltanata.» Hattâ casuslar vardı içerde.
Buna rağmen, «Bütün aksâmı vatan birküldür» denildi. «Kabul olunmaz,» denildi, «Manda ve Himaye...»
Buna rağmen, İstanbul'da birçok hanımlar, beyler, paşalar, Türk halkından kesmişlerdi umudu. Yağdırıldı telgraflar Erzurum'a : «Amerikan mandası altına girelim,» diye. «İstiklâl, diyorlardı, şâyanı arzu ve tercihtir, amma bugün bu, diyorlardı, mümkün değil, birkaç vilâyet, diyorlardı, kalacak elde, şu halde, diyorlardı, şu halde, Memâliki Osmaniye'nin cümlesine şâmil Amerikan mandaterliğini talep etmeği memleketimiz için en nâfi bir şekli hal kabul ediyoruz.»
Fakat bu şekli halli kabul etmedi Erzurumlu. Erzurum'un kışı zorludur balam, buz tutar yiğitlerin bıyığı. Erzurum'da kaskatı, dimdik ölür adam, kabullenmez yılgınlığı...
İstanbul'da hanımlar, beyler, paşalar, tül perdeler, kravatlar, apoletler, şişeler, çıtı pıtı dilleri ve pamuk gibi elleri ve biçare telgraf telleri devretmek için Amerika'ya Anadolu'yu şöyle diyorlardı Erzurum'dakilere : «Bizi bir başımıza bıraksalar, tarafgirlik, cehalet ve çok konuşmaktan başka müspet bir hayat kuramayız. İşte bu yüzden Amerika çok işimize geliyor. Filipin gibi vahşi bir memleketi adam etti Amerika. Ne olacak, Biz de on beş, yirmi sene zahmet çekeriz, sonra Yeni Dünya'nın sayesinde İstiklâli kafasında ve cebinde taşıyan bir Türkiye vücuda geliverir. Amerika, içine girdiği memleket ve millet hayrına nasıl bir idare kurduğunu Avrupa'ya göstermek ister. Hem artık işi uzatmağa gelmez. Çok tehlikeli anlar yaşıyoruz. Sergüzeşt ve cidâl devri geçmiştir : Türkiye'yi, geniş kafalı birkaç kişi belki kurtarabilir.»
4 Eylül 919'da toplandı Sıvas Kongresi, ve 8 Eylülde Kongrede bu sefer yine ortaya çıktı Amerikan mandası. Ak koyunla kara koyunun geçitte belli olduğu günlerdi o günler. Ve İstanbul'dan gelen bazı zevat, sapsarı yılgınlıklarıyla beraber ve ihanetleriyle birlikte bir de Amerikan gazeteci getirmiştiler. Ve Erzurumlulardan ve Sıvaslılardan ve Türk milletinden çok işbu Mister Bravn'a güveniyorlardı. Bu zevata : «İstiklâlimizi kaybetmek istemiyoruz efendiler!» denildi. Fakat ayak diredi efendiler : «Mandanın, istiklâli ihlâl etmiyeceği muhakkak iken,» dediler, «Herhalde bir müzâherete muhtacız diyorum ben,» dediler, «Hem zaten,» dediler, «birbirine mani şeyler değildir istiklâl ile manda. Ve esasen,» dediler, «müstakil kalamayız böyle bir zamanda. Memleket harap, toprak çorak, borcumuz 500 milyon, vâridat ise 15 milyon ancak. Ve Allah muhafaza buyursun İzmir kalsa Yunanistan'da ve harbetsek, düşmanımız vapurla asker getirir. Biz Erzurum'dan hangi şimendiferle nakliyat yapabiliriz? Mandayı kabul etmeliyiz, hemen,» dediler. «Onlar dretnot yapıyor, biz yelkenli bir gemi yapamıyoruz. Hem, İstanbul'daki Amerikan dostlarımız : Mandamız korkunç değildir, diyorlar, Cemiyeti Akvam nizamnamesine dahildir, diyorlar.»
Ve böylece, bin dereden su getirdi İstanbul'dan gelen zevat. Sıvas, mandayı kabul etmedi fakat, «Hey gidi deli gönlüm,» dedi, «Akıllı, umutlu, sabırlı deli gönlüm, ya İSTİKLAL, ya ölüm!» dedi.
Kambur Kerim de böyle dedi aynen. Adapazarlıydı Kambur Kerim. Seferberlikte ölen babası marangozdu. Seferberlik denince aklına Kerim'in : çok beyaz bir yastıkta kara sakallı bir ölü yüzü, Fahri Bey çiftliğinde patates toplayıp kaz gütmek, mektep kitapları ve bir de saçları altın gibi sarı fakat alnı çizgiler içinde anası gelir. 335'te Kerim Eskişehir'e gitti, mektebe, teyzelerine ve dayısına. Dayısı şimendiferde makinistti. Düşman elindeydi Eskişehir. Kerim on dört yaşındaydı, kamburu yoktu. Dümdüzdü fidan gibi ve dünyaya meraklı bir çocuktu. Dayısı sürmeğe gittiği günler şimendiferi Kerim'e ekmek vermediğinden teyzeleri (çok uzun saçlı, ihtiyar iki kadın) Hintli askerlerle dost oldu Kerim. Bunlar (şaşılacak şey) Türkçe bilmeyen ve siyah sakalları, siyah gözleri parlak, avuçlarının üstü esmer, içi ak ve tel örgülerin üzerinden Kerim'e bisküviti kutularla atan amcalardı. Kocaman bir ambarları vardı, Kerim içinde oynardı. Ambarda nohut çuvalları, bakla, kuru üzüm, (şaşılacak şey, katırların yemesi için) ve sonra cephane sandıklarıyla silahlar. Bir gün dedi ki makinist dayısı Kerim'e : «Ambardan silâh çalıp bana getir, gâvura karşı koyan zeybeklere göndereceğim.» Ve ambardan silâh çaldı Kerim : bir bir tane daha beş on. Aldattı Hindistanlı dostlarını zeybekleri daha çok sevdiğinden. Zaten çok sürmedi, parlak kara sakallı amcalar gitti, Kerim geçirdi onları istasyona kadar. Ertesi gün Lefke köprüsünü atıp zeybekler gelince Eskişehir'e dayısı Kerim'i elinden tutup verdi onlara. Ve işte o günden sonra bugüne kadar kahraman bir türküdür ömrü Kerim'in. Eskişehir'den alıp onu «Kocaeli Grubu» paşasına götürdüler. Çatık kaşlı, yüzü gülmez bir paşaydı bu.
Çabucak öğrendi Kerim ata binmeyi, sığırtmaç olmayı -zaten bilgisi vardı bunda- kayalardan genç bir keçi gibi inmeyi, gizlenmeyi ormanda. Ve bütün bu marifetleriyle Kerim kaç kere ölüme bir kurşun atımı yaklaşarak ve «Geçmiş olsun» dedikleri zaman şaşarak düşman içinden geçip getirdi haber götürdü haber. Onu namlı bir «kaptan» gibi saydı çeteler, bir oyun arkadaşı gibi sevdi çeteleri o. Ve bir fidan gibi düz bir fidan gibi cesur bir fidan gibi vaadeden bir çocuğun sevinçle oynadığı bu müthiş oyun sürdü 1337'ye kadar...
Kocaeli ormanı gürgen ve meşeliktir : yüksek kalın. Gökyüzü gözükmez. Durgun bir geceydi. Hafif yağmur yağmıştı biraz önce. Fakat ıslanmamış ki yerde yapraklar karanlıkta hışırtılarla yürüyordu beygiri Kerim'in. Solda ilerde tepenin eteğinde ateş yanıyordu : «Tekneciler» diye anılan gâvur çetelerinin olmalı. Dallardan damlalar düşüyordu Kerim'in yüzüne. Beygirin başı gittikçe daha çok karanlığa giriyor. İpsiz Recep'in yanından dönüyordu Kerim. Kâatlar götürmüş kâatlar getiriyor. Birdenbire durdu beygir, heykel gibi, -Tekneciler'in ateşini görmüş olacak- sonra birdenbire dörtnala kalktı. Şaşırdı Kerim. Dizginleri bıraktı. Sarıldı beygirin boynuna. Deli gibi gidiyordu hayvan. Çocuğa art arda çarpıyordu ağaçlar. Meşeleri ve gürgenleriyle orman karanlık bir rüzgâr gibi geçiyor iki yandan. Kim bilir kaç saat böyle gidildi. Orman bitti birdenbire. -Ay doğmuş olacak ki ortalık aydınlıktı- Ve Kerim aynı hızla geldiği zaman Armaşa'nın altında Başdeğirmenler'e beygir ansızın kapaklandı yere, tekerlendi Kerim. Doğruldu. Ve aklına ilk gelen şey saatına bakmak oldu. Kırılmıştı camı. Bindi beygire tekrar. Hayvan topallıyordu biraz. Uslu uslu yola koyuldular. Sol kulağı kanıyordu Kerim'in, Kirezce'ye geldiler (Sapanca'yla Arifiye arası), Kerim durdu, Biraz zor nefes alıyordu. Geyve'ye girdi ertesi akşam. Beli o kadar ağrıyordu ki inemedi beygirden indirdiler. Kerim'i bir yaylıya bindirdiler. Adapazarı. Sonra belki on gün, belki on beş, kağnılar, mekkâre arabaları, sonra, gitgide daralan nefesi, Yahşıhan, Konya, Sile nahiyesi (burda malûl gaziler için takma kol ve bacak yapılıyordu), ve nihayet Hatçehan köyünden çıkıkçı Şerif Usta. Hâlâ rüyalarında görür Kerim incecik bir yoldan eşekle gelip üzerine doğru eğilen bu çiçekbozuğu insan yüzünü. Usta, ovdu Kerim'i bayıltıncaya kadar. Sonra, zifte koydu bu kırılmış dal gibi çocuk gövdesini. Yirmi gün geçti aradan. Ve sonra bir ikindi vakti ziftin içinden Kerim'i kambur çıkardılar.
Nazım Hikmet Ran
| |
| | | maviş Yönetici
| Konu: Geri: NAZIM HİKMET RAN KİMDİR?Hayatı Eserleri Tüm şiirleri 29th Mayıs 2010, 04:57 | |
| KUVÂYİ MİLLİYE - SEKİZİNCİ BAP
26 AĞUSTOS GECESİNDE SAATLAR İKİ OTUZDAN BEŞ OTUZA KADAR ve İZMİR RIHTIMINDAN AKDENİZ'E BAKAN NEFER
Saat 2.30.
Kocatepe yanık ve ihtiyar bir bayırdır, ne ağaç, ne kuş sesi, ne toprak kokusu vardır. Gündüz güneşin, gece yıldızların altında kayalardır. Ve şimdi gece olduğu için ve dünya karanlıkta daha bizim, daha yakın, daha küçük kaldığı için ve bu vakitlerde topraktan ve yürekten evimize, aşkımıza ve kendimize dair sesler geldiği için kayalıklarda şayak kalpaklı nöbetçi okşayarak gülümseyen bıyığını seyrediyordu Kocatepe'den dünyanın en yıldızlı karanlığını. Düşman üç saatlik yerdedir ve Hıdırlık-tepesi olmasa Afyonkarahisar şehrinin ışıkları gözükecek. Küzeydoğuda Güzelim-dağları ve dağlarda tek tek ateşler yanıyor. Ovada Akarçay bir pırıltı halinde ve şayak kalpaklı nöbetçinin hayalinde şimdi yalnız suların yaptığı bir yolculuk var : Akarçay belki bir akar su, belki bir ırmak, belki küçücük bir nehirdir. Akarçay Dereboğazı'nda değirmenleri çevirip ve kılçıksız yılan balıklarıyla Yedişehitler kayasının gölgesine girip çıkar. Ve kocaman çiçekleri eflâtun kırmızı beyaz ve sapları bir, bir buçuk adam boyundaki haşhaşların arasından akar. Ve Afyon önünde Altıgözler Köprüsü'nün altından gündoğuya dönerek ve Konya tren hattına rastlayıp yolda Büyükçobanlar Köyü'nü solda ve Kızılkilise'yi sağda bırakıp gider.
Düşündü birdenbire kayalardaki adam kaynakları ve yolları düşman elinde kalan bütün nehirleri. Kim bilir onlar ne kadar büyük, ne kadar uzundular? Birçoğunun adını bilmiyordu, yalnız, Yunan'dan önce ve Seferberlik'ten evvel Selimşahlar Çiftliği'nde ırgatlık ederken Manisa'da geçerdi Gediz'in sularını başı dönerek.
Dağlarda tek tek ateşler yanıyordu. Ve yıldızlar öyle ışıltılı, öyle ferahtılar ki şayak kalpaklı adam nasıl ve ne zaman geleceğini bilmeden güzel, rahat günlere inanıyordu ve gülen bıyıklarıyla duruyordu ki mavzerinin yanında, birdenbire beş adım sağında onu gördü. Paşalar onun arkasındaydılar. O, saatı sordu. Paşalar : «Üç,» dediler. Sarışın bir kurda benziyordu. Ve mavi gözleri çakmak çakmaktı. Yürüdü uçurumun başına kadar, eğildi, durdu. Bıraksalar ince, uzun bacakları üstünde yaylanarak ve karanlıkta akan bir yıldız gibi kayarak Kocatepe'den Afyon Ovası'na atlıyacaktı.
Saat 3.30.
Halimur - Ayvalı hattı üzerinde manga mevziindedir.
İzmirli Ali Onbaşı (kendisi tornacıdır) karanlıkta gözyordamıyla sanki onları bir daha görmiyecekmiş gibi baktı manga efradına birer birer : Sağda birinci nefer sarışındı. İkinci esmer. Üçüncü kekemeydi fakat bölükte yoktu onun üstüne şarkı söyliyen. Dördüncünün yine mutlak bulamaç istiyordu canı. Beşinci, vuracaktı amcasını vuranı tezkere alıp Urfa'ya girdiği akşam. Altıncı, inanılmıyacak kadar büyük ayaklı bir adam, memlekette toprağını ve tek öküzünü ihtıyar bir muhacir karısına bıraktığı için kardeşleri onu mahkemeye verdiler ve bölükte arkadaşlarının yerine nöbete kalktığı için ona «Deli Erzurumlu» derdiler. Yedinci, Mehmet oğlu Osman'dı. Çanakkale'de, İnönü'nde, Sakarya'da yaralandı ve gözünü kırpmadan daha bir hayli yara alabilir, yine de dimdik ayakta kalabilir. Sekizinci, İbrahim, korkmıyacaktı bu kadar bembeyaz dişleri böyle tıkırdayıp birbirine böyle vurmasalar. Ve İzmirli Ali Onbaşı biliyordu ki : tavşan korktuğu için kaçmaz kaçtığı için korkar.
Saat 4.
Ağzıkara - Söğütlüdere mıntıkası. On ikinci Piyade Fırkası. Gözler karanlıkta, uzakta. Eller yakında, makanizmalar üzerinde. Herkes yerli yerinde. Tabur imamı mevzideki biricik silâhsız adam : ölülerin adamı, kırık bir söğüt dalı dikerek kıbleye doğru, durdu boyun büküp el kavuşturup sabah namazına. İçi rahattır. Cennet, ebedî bir istirahattır. Ve yenilseler de, yenseler de âdâyı, meydânı gazadan o kendi elleriyle verecektir Cenâbı rabbülâlemîne şühedâyı.
Saat 4.45.
Sandıklı civarı. Köyler. Sarkık, siyah bıyıklı süvari, çınar dibinde, beygirinin yanında duruyordu. Çukurova beygiri kuyruğunu karanlığa vuruyordu : dizkapaklarında kan, kantarmasında köpük... İkinci Süvari Fırkası'ndan Dördüncü Bölük, atları, kılıçları ve insanlarıyla havayı kokluyor. Geride, köylerde bir horoz öttü. Ve sarkık, siyah bıyıklı süvari ellerinin tersiyle yüzünü örttü. Karşı dağlar ardında, düşman elinde kalan bir başka horoz vardır : baltaibik, sütbeyaz bir Denizli horozu. Düşmanlar herhal onu çoktan kesip çorbasını yapmışlardır...
Saat beşe on var.
Kırk dakka sonra şafak sökecek. «Korkma sönmez bu şafaklarda yüzen al sancak». Tınaztepe'ye karşı Kömürtepe güneyinde, On beşinci Piyade Fırkası'ndan iki ihtiyat zabiti ve onların genci, uzunu, Darülmuallimin mezunu Nurettin Eşfak, mavzer tabancasının emniyetiyle oynıyarak konuşuyor : -Bizim İstiklâl Marşı'nda aksıyan bir taraf var, bilmem ki, nasıl anlatsam, Âkif, inanmış adam, fakat onun, ben, inandıklarının hepsine inanmıyorum. Meselâ, bakın : «Gelecektir sana vaadettiği günler Hakkın.» Hayır, gelecek günler için gökten âyet inmedi bize. Onu biz, kendimiz vaadettik kendimize. Bir şarkı istiyorum zaferden sonrasına dair. «Kim bilir belki yarın...»
Saat beşe beş var.
Dağlar aydınlanıyor. Bir yerlerde bir şeyler yanıyor. Gün ağardı ağaracak. Kokusu tütmeğe başladı : Anadolu toprağı uyanıyor. Ve bu anda, kalbi bir şahan gibi göklere salıp ve pırıltılar görüp ve çok uzak çok uzak bir yerlere çağıran sesler duyarak bir müthiş ve mukaddes mâcereda, ön safta, en ön sırada, şahlanıp ölesi geliyordu insanın.
Topçu evvel mülâzımı Hasan'ın yaşı yirmi birdi. Kumral başını gökyüzüne çevirdi, kalktı ayağa. Baktı, yıldızları ağaran muazzam karanlığa. Şimdi bir hamlede o kadar büyük, öyle şöhretli işler yapmak istiyordu ki bütün ömrünü ve hâtırasını ve yedi buçukluk bataryasını ağlanacak kadar küçük buluyordu.
Yüzbaşı sordu : - Saat kaç? - Beş. - Yarım saat sonra demek...
98956 tüfek ve şoför Ahmet'in üç numrolu kamyonetinden yedi buçukluk şnayderlere, on beşlik obüslere kadar, bütün âletleriyle ve vatan uğrunda, yani, toprak ve hürriyet için ölebilmek kabiliyetleriyle Birinci ve İkinci ordular baskına hazırdılar.
Alaca karanlıkta, bir çınar dibinde, beygirinin yanında duran sarkık, siyah bıyıklı süvari kısa çizmeleriyle atladı atına. Nurettin Eşfak baktı saatına : - Beş otuz... Ve başladı topçu ateşiyle ve fecirle birlikte büyük taarruz...
Sonra. Sonra, düşmanın müstahkem cepheleri düştü. Bunlar : Karahisar güneyinde 50 ve doğusunda 20-30 kilometredeydiler.
Sonra. Sonra, düşman ordusu kuvâyi külliyesini ihâta ettik Aslıhanlar civarında 30 Ağustosa kadar.
Sonra. Sonra, 30 Ağustosta düşman kuvâyı külliyesi imha ve esir olundu. Esirler arasında General Trikopis : Alaturka sopa yemiş bir temiz ve sırmaları kopuk frenk uşağı...
Yaralı bir düşman ölüsüne takıldı Nurettin Eşfak'ın ayağı. Nurettin dedi ki : «Teselyalı Çoban Mihail,» Nurettin dedi ki : «Seni biz değil, buraya gönderenler öldürdü seni...»
Sonra. Sonra, 31 Ağustos günü ordularımız İzmir'e doğru yürürken serseri bir kurşunla vurulan Deli Erzurumluydu. Devrildi. Kürek kemikleri altında toprağı duydu. Baktı yukarı, baktı karşıya. Gözler hayretle yandılar : önünde, sırtüstü, yan yana yatan postalları her seferkinden kocamandılar. Ve bu postallar daha bir hayli zaman üzerlerinden atlayıp geçen arkadaşların arkasından seyredip güneşli gökyüzünü ihtiyar bir muhacir karısını düşündüler. Sonra... Sonra, sarsılıp ayrıldılar birbirlerinden ve Deli Erzurumlu ölürken kederinden yüzlerini toprağa döndüler...
Solda, ilerdeydi Ali Onbaşı. Kan içindeydi yüzü gözü. Bir süvari takımı geçti yanından dörtnala. Kaçanı kovalamıyordu yalnız ulaşmak da istiyordu bir yerlere ve sadece kahretmiyor yaratıyordu da. Ve kılıçların, nalların, ellerin ve gözlerin pırıltısı ardarda çakan aydınlık bir bütündü. Ali Onbaşı bir şimşek hızıyla düşündü ve şu türküyü duydu : «Dörtnala gelip Uzak Asya'dan Akdeniz'e bir kısrak başı gibi uzanan bu memleket bizim.
Bilekler kan içinde, dişler kenetli, ayaklar çıplak ve ipek bir halıya benziyen toprak, bu cehennem, bu cennet bizim.
Kapansın el kapıları, bir daha açılmasın, yok edin insanın insana kulluğunu, bu dâvet bizim...
Yaşamak bir ağaç gibi tek ve hür ve bir orman gibi kardeşçesine, bu hasret bizim...»>
Sonra. Sonra, 9 Eylülde İzmir'e girdik ve Kayserili bir nefer yanan şehrin kızıltısı içinden gelip öfkeden, sevinçten, ümitten ağlıya ağlıya, Güneyden Kuzeye, Doğudan Batıya, Türk halkıyla beraber seyretti İzmir rıhtımından Akdeniz'i.
Ve biz de burda bitirdik destanımızı. Biliyoruz ki lâyığınca olmadı bu kitap, Türk halkı bağışlasın bizi, onlar ki toprakta karınca, suda balık, havada kuş kadar çokturlar; korkak, cesur, câhil, hakîm ve çocukturlar ve kahreden yaratan ki onlardır, kitabımızda yalnız onların mâcereları vardır...
939 İstanbul Tevkifanesi, 940 Çankırı Hapisanesi, 941 Bursa Hapisanesi.
Nazım Hikmet Ran
| |
| | | | NAZIM HİKMET RAN KİMDİR?Hayatı Eserleri Tüm şiirleri | |
|
Similar topics | |
|
| Bu forumun müsaadesi var: | Bu forumdaki mesajlara cevap veremezsiniz
| |
| |
| |
|