|
|
| ANTALYA-07 | |
| | |
Yazar | Mesaj |
---|
maviş Yönetici
| Konu: Geri: ANTALYA-07 23rd Nisan 2010, 02:35 | |
| Geleneksel Antalya MutfağıYemek Tarifleri GELENEKSEL ANTALYA MUTFAĞIAntalya bölgesi genellikle Akdeniz iklimine sahip bir bölgedir. Ancak iç kesimlerde karasal iklim özellikleri gösterir. Bundan dolayı her çeşit sebze ve meyveyetiştirilmektedir. Özellikle batıda yeralan ilçelerinde seracılı­ğın gelişmiş olması sebze yönündenbir sıkıntı çekilmediğini gösterir.Halkın büyük çoğunluğu, özellikle kırsal kesimde, çiftçilikle uğraşır. Bu nedenle kendi yiyeceğini kendisi yetiştirmektedir. Kıyıda oturmakta olan halkın çoğunluğunun sebzecilik yapmasına karşın iç kesimlerdeki halk daha çok tahıl yetiştirmektedir. Ot ağırlıklı Girit yemekleri, Antalya’nın ayrı bir özelliğidir.Genellikle bitki örtüsünün bodur çalılardan oluşması nedeniyle keçi besiciliği daha gelişmiştir. Kısmen iç kesimlerde koyun yetiştirilmektedir. Hayvancılığın gelişmiş olması hayvansal ürünlerin beslenmedeki yerini ve de­ğerini artırmaktadır.YÖREDE YAPILAN YEMEKLERÇORBALARTarhana Çorbası Malzemeler: 1 su Bardağı Tarhana, 8 su bardağı normal su veya et suyu, 1 yemek kaşığı domates salçası, 1 su bardağı haşlanmış nohut, 1 su bardağı yeşil mercimek, 1 baş Sarımsak, 2 yemek kaşığı tereyağı, 2 yemek kaşığı zeytinyağı, ½ adet Limon, 2 tatlı kaşığı tuz. Yapılışı: Ezilmiş ve suda erimiş tarhanayı tencereye koyunuz. Üzerine azar azar 8 bardak suyu ve salçayı koyup karıştırınız. Orta ateşte su kaynayıncaya kadar karıştırınız. Kaynayan çorbaya haşlanmış yeşil mercimek ile nohutları, tereyağını, limon suyunu, tuzu katınız. Yaklaşık 10 dakika karıştırarak kaynatmadan sonra kavrulmuş sarımsak dilimlerini ekleyip, ocağın altını kapatınız.Kekikli Çorba (Yayla Çorbası) Malzemeler: Süt, bulgur, nohut, kekik, yoğurt ve sarımsak.Yapılışı: Tencereye nohut, bulgur, süt ve kekik konup pişene kadar kaynatılır. Tuz, sarımsak ve yoğurt konularak, terbiye yapılır.(Ovacık Köyü / ELMALI)Göce Çorbası (Alaçorba) Malzemeler: Fasulye, nohut, bulgur, börülce, mercimek, yağ, tuz, salça, biber.Yapılışı: Tüm malzemeler önce az bir suda bir taşım haşlanır ve sonra tekrar su, yağ, tuz, salça ve biber ilave edilerek yumuşayana kadar kaynatılır. (Duacı/ANTALYA)Yarpızlı Çorba Malzemeler: Darı(mısır), yarpız (dağ nanesi), yoğurt, tuz.Yapılışı: Tencerede kaynayan suyun içine yarma dökülüp pişirilir. İçine kıyılmış yarpız atılır. Biraz daha piştikten sonra ya da ayranlı olarak yenilir. (Akoluk Köyü/GAZİPAŞA)Yarma Tarhana ÇorbasıYapılışı: İyice ayıklanan beyaz buğday bulgur büyüklüğünde değirmende çekilir. Yarma adı verilen kırılmış buğday yağı alınmış ayran ile kazanda pişirilir. Kıvama gelince indirilip parça parça bez üzerine konularak güneşte kurutulur ve bez torbalarda saklanır. Tarhana Kışın çok soğuk günlerde bir gün önceden ıslatılmış fasulye, nohut ile birlikte içi su dolu bir tencereye konularak iyice pişirilir. Üzerine kavrulmuş tereyağına kırmızı acı biber ilavesiyle servis yapılarak yenir. Soğuk kış günlerinin vazgeçilmez yemeğidir.YEMEKLERDomates Cilvesi: Bir tencereye soğan, domates, patlıcan, biber doğranır yağ, pirinç ve tuz ilave edilerek kavrulur. Ateşten indirilmesine yakın sarımsak, nane, fesleğen konur. Sıcak olarak servis yapılır.Burani: Zeytinyağlı ıspanak yemeği. Limon ve yoğurt ile soğuk yenir.Testi Kebabı(Kaynama): Testinin içinde çok az suyla pişen ettir. Haşlanmış keçi eti içersine pirinç koyularak da yenilir. Diğer adı kaynamadır.Alafaşı: Doğal otlardan yapılan bir yemek türüdür. İlibada, ebegümeci veya buna benzer tarla bitkileri toplanır, yıkanıp temizlenerek ince ince kıyılır. Daha önceden hazırlanmış bulgur veya pirinç, zeytinyağı, kırmızıbiber, domates veya salçası, kıyılmış soğan ve tuz ile kavrularak üzerine su eklenir ve pişirilir.Borana: Haşlanmış yumurtalar sarımsaklı yoğurda doğranır. Üzerine yağ, toz biber ısıtılarak dökülür.Softalar Aşı: Bolca doğranan kuru soğan yağda iyice kavrulur, su ilave edilerek kaynatılır, içine ufalanmış yufka ekmeği bulunan tabağın üzerine kavrulmuş soğanlı su dökülür. Sonra da üzerine limon sıkılarak sıcak sıcak yenilir. Tencerede kaynayan su içerisine yumurta kırılarak da yenilmektedir.İlibada (Labada) Aşı: Kışın kırlardan toplanan labada otu bulgur ve yağ ilavesiyle birlikte kavrulur. Pilav haline gelince ateşten indirilerek sıcak sıcak yenilir.Piyaz: Malzemeler: Çandır fasulye (500 gr)Sos: Tahin (1 kahve fincanı), sarımsak (ezilmiş 5-6 diş), zeytinyağı (2 kahve fincanı), limon suyu (1 adet), sirke (1 kahve fincanı), tuz ( 1 tatlı kaşığı), su (2 çay bardağı), Üst Malzemeler: Haşlanmış yumurta (4 adet), domates (3 adet), yeşilbiber (6 adet), kuru soğan (4 adet), maydanoz (1/2 demet), kırmızı pul biber, karabiber ve tuz. Yapılışı: Haşlanmış fasulyeleri yayvan servis tabağına koyunuz, üzerine yukarıda belirtilen sos malzemelerini karıştırarak dökünüz. Salatayı, kabukları soyulmuş ve küp küp doğranmış domatesleri haşlanmış ve dörde bölünmüş yumurtaları ayıklanmış ve yıkanıp ince kıyılmış yeşilliği ve baharatları ekleyerek süsleyiniz.Hibeş:Malzemeler: 1 su bardağı tahin, 3 diş sarımsak, 1 tatlı kaşığı kimyon, 1 tatlı kaşığı acı kırmızıbiber, 1 çay kaşığı tuz, 2 limonun suyu, 1/2 su bardağı su.Tahin dövülmüş sarımsak, kimyon, acı kırmızıbiber ve tuz ile karıştırılır. Llimonsuyu azar azar eklenip iyice yedirilir. Boza kıvamına gelene kadar su ilave edilir. Tabaklara servis yapıldıktan sonra zeytinyağında hafif kızartılmış acı biber ilave edilir. Meze olarak yenir.BÖREKLERSu Böreği: Bir kilo un ve 12 yumurta su katmadan yoğrulur. Yufka açılır. Kızgın suda haşlanır. Haşlanan yufkalar tepsiye serilir. Soğan, maydanoz, nane, keş (çökelek), kıyma yağla kavrulur, yufkaların arasına serilir. Ocakta üzerine sıvıyağ gezdirilerek kızarıncaya kadar pişirilir.Tepsi böreği: Maydanoz, ıspanak, soğan gibi sebzeler ince ince doğranır. Keş (çökelek) tuz, nane, biber ile karıştırılır. Yağlanmış tepsiye iki kat yufka içine hazırlanan içten konularak bir yufka daha serilir. Bu işlem bir kez daha tekrar edilerek pişirilir.Kapama: Yufka kalınca açılır, arasına çökelek, maydanoz, serilerek birbiri üzerine kapatılır. Saç üzerinde pişirilir, pekmez veya balla yenir.Bastarya (Babacana): Mısır unu ile yapılan ıspanaklı börek.TATLILARKabak Tatlısı:Malzemeler: 1,5 kg balkabağı, toz şeker (3 su bardağı), tahin (1 çay bardağı, ceviz içi (1 çay bardağı) Hazırlanışı: Dilimlenmiş balkabağını tencereye koyulup üzerine şeker gezdirilerek 24 saat bekletilir. Sonra ateşe konup kaynayınca altı kısılarak kaynamaya bırakılır. Suyunu çekmeye yakın altı kapatılır. Soğumuş kabakları servis tabağına aktarılıp üzerine tahin gezdirilir, dövülmüş ceviz ile süslenir.Kıvrım ( Sarıburma ): Un içine sıvıyağ, yumurta ve süt katılarak kulakmemesi yumuşaklığında yoğrulur. Biraz nişasta ilavesi ile senitte yufka şeklinde açılır. Bütün yüzeyine ceviz, susam, fıstık, badem, toz tarçın ve toz şeker karışımı ekilerek oklavaya sarılır. İki ucundan ortaya doğru itilerek kırışık bir durumda ortaya toplanır. Sonra oklavadan sıyrılarak bir tepsiye içten dışa doğru dizilir. Üstüne eritilmiş bol tereyağı ilavesi ile mümkünse kor haline gelmiş közde, bir saçın altında veya fırında kızarana kadar pişirilir. Sıcakken üzerine önceden hazırlanan soğuk şerbet dökülüp dinlendirildikten sonra ikram edilir.Pelize: Önce şekerli su kaynatılır. Ayrı bir kapta suyla karış­tırılmış nişasta kaynayan suya karıştırılarak ilave edilir. Muhallebi kıvamına gelene kadar pişirilip ocaktan indirilir. Üstüne eritilmiş tereyağı dökülür.Kirkitle (Çivirdik): Kışın çok soğuk günlerde yapılan bir tatlı çeşididir. Bal, şeker veya en çok da pekmez ile yapılır. Kavrulmuş susam, ısıtılıp kaynayan pekmez içine atılıp karıştırılır. Bir kap içine dökülür, pencerenin dışına konularak soğumaya bırakılır. Soğuyunca iyice sertleşen kirkitle kırılarak yenilir.Bestel (Pestil-İncir Reçeli): Taşağıl Kasabası'nın ve yakın köylerinin en meşhur yiyeceklerindendir. Maya ya da Amat yemişi olarak adlandırılan incir çeşitleri tam olgunken toplanıp kurutulurlar. Kurutulmuş incirler üst üste getirilip küçük deste yapılıp keskin bir bıçak ile ince ince doğranır ve kaynamakta olan şerbetin içerisine atılır. Büyük ağaç bir kepçe ile hafif ateşte sık sık karıştırılarak pişirilir. Sonra içerisine kavrulmuş susam, yerfıstığı, ceviz ve karanfil konulur. Yeterli kıvama gelince ateşten indirilir. Soğuyan bestel içi sırlı toprak testilere doldurularak saklanır. Yaz ve kış günlerinde yufka ekmeği arasına konularak yenilir. Yörede içi bestel dolu olan dürüme (Bestelli tomaç) denir. Zamanımızda incir ağaçlan azaldığı için yapımı azalmaktadır.ÖĞÜN ARASI EĞLENCELİKLERİ, İKRAMLARKölle: Buğday, kuru fasulye, kuru nohut, kuru bakla, kuru mısır, kaynatılır. Kırmızıbiber, karabiber, tuz eklenir. Üzerine dövülmüş ceviz ve badem, nar ekşisi, limon suyu ve isteğe göre pulbiber, karabiber gibi baharatlar eklenerek yenir. Kölle özel anma günlerine özgü bir yemektir. (Diş köllesi, sünnet köllesi, düğün köllesi)Keşkek: İyi kalite buğday iyice temizlenir. Islatılan buğday dibekte kabuğu çıkana kadar, taneler ezilmeden dövülür. Sonra rüzgârda savrularak kabukların tanelerden ayrılması sağlanır. Taneler yel önünde savrularak veya su ile iyice yıkanarak kabuklardan arındırılır. Bol su ile hafif ateşte pişirilir, özleşince ateşten indirilir, sıcak sıcak servis tabağına konulunca üzerine, eritilmiş, kavrulmuş ve içine tercihe göre acı kırmızıbiber konulmuş tereyağı dökülür, yanında et yemeği ile servis yapmak adettir. Keşkek yemeği Antalya merkez ve ilçe ve köylerinde, düğünlerde, mevlitlerde, özel gün yemeklerinin demirbaşıdır. | |
| | | maviş Yönetici
| Konu: Geri: ANTALYA-07 23rd Nisan 2010, 02:35 | |
| GİRİT GÖÇMEN MUTFAĞI
Yöre Mutfağında baskın unsurlardan biri de
kentimize 1924'de mübadele ile gelen Girit Göçmenlerince bilinen tariflerdir. Doğadan çok iyi yararlanan, ağırlıkla bitkisel kökenli beslenmeye dayanan bu mutfağa daha sonra "Akdeniz Tipi Beslenme Tarzı" adı verilmiş ve modern tıbbın önerdiği sağlıklı beslenmenin formülü olmuştur.
Aşağıda bu mutfaktan örnekler verilecektir.
Şilofta ( Loğusa Çorbası ) :
Daha çok loğusa kadınlara yapılan bir çorbadır. Mayasız hamur yoğrulup oklava ile açılır ve erişte gibi kesilir. Bu ince parçalar tencerede kaynayan suya atılıp haşlanır ve çorba kıvamına gelince içine şeker atılıp üstüne tarçınlı kızgın yağ dökülür. En üste dövülmüş ceviz ve badem serpilip sunulur. Loğusa kadının sütünü arttırdığına inanılır.
Askolibrus - Kenger ( Şevket Bostanı - Şevket-i Bostan - Akkız ):
Dikenli bir ottur. Ayıklanmadan önceki haline “Aladiken” de denir. Yaprakları sıyrılıp kökleri kesildikten sonra elde edilen bitkinin beyaz dalları ahtapot bacaklarını andırır. Dikenleri ayıklanıp yıkanır, uçları yarım parmak uzunluğunda doğranıp kök kısmı da ikiye veya dörde bölünür. Tencerede zeytinyağı dökülüp arzuya göre soğanlı veya soğansız olarak yağda çevrilir. İster beyaz, istenirse domatesli ve/veya etli pişirilir. Etli tarifte; Zeytinyağında tavuk eti ve soğan kavrulur. Doğranmış Askolibruslar ve su eklenerek beyaz olarak pişirilir. Pişmeye yakın istenirse bir kasede 1-1.5 kaşık un ve 1 limon suyu karıştırılarak terbiye yapılıp biraz daha pişirilir. Haşlanıp salatası da yapılır. Haşlama suyu da içilirse şifalı olduğuna inanılır.
Vruvez ( Turp Otu, Hardal ) :
3 çeşidi vardır. Tatlısı ( Qlikovruvez ), ( Rapanovruvez ) az hardallısı ve daha acısıdır ve en acısı da ( Prikovruvez )’dir. Haşlanarak salatası yapılır. İlk iki çeşide limon konabilir ama Prikovruvez’e sadece zeytinyağı konur. İstenirse haşlandıktan sonra süzülüp az yağda çevrilir. Başka bir kapta bol yumurta ( 1 kg. ota 6 yumurta) çırpılıp üstüne eklenir, kısık ateşte çevire çevire pişirilir. Sonra kapakla ters yüz edilip bu sırada biraz yağ eklenir. Turp otu çiçeklenmeden çıkan filizleri daha lezzetli olur. Tazeleri böyle pişirilirken turp otu kartlaşıp göbeklenmiş haline “Aştates veya Astaşa” denir ve ya haşlanıp salata yapılarak veya yumurta ile yemeği yapılarak yenir.
Rapanovruvez iç bakla (bakla giliği) ile kaynatılarak salata da yapılır. Önce bakla konur kaynayan suya ve biraz kaynatılır. Sonra güzelce yıkanmış turp otları içine atılıp yumuşayana kadar biraz daha kaynatılır. Limon ve yağ ilavesiyle servis yapılır.
İki türün kökleri yenir ancak Prikovruvez’in kökü yenmez.
Marasa ( Malatura, Rezene, Arapsaçı ) :
Dereotuna benzer kokulu bir ottur. Beyaz köklerinden ayıklanıp yıkandıktan sonra işaret parmağı uzunluğunda doğranır. Soğanla isteğe göre beyaz, domatesli veya etli pişirilebilir. Pişmeye yakın biraz un ve limon ile yapılan terbiye eklenip iki taşım daha kaynatılır. Askolibrus (Şevketi bostan) denen dikenli ot ile birlikte de pişer. Onda Marasa daha sert olduğu için önce konup biraz pişirilir ve aynı terbiye bu türlü yemeğe de yapılır. Marasa kuru fasulye ile de pişirilebilir.
Çulama:
Girit Göçmenlerinin önceleri yılın başında bolluk ve bereket dileğiyle yaptıkları bir yiyecek olup, sonraları bütün yıl, özel günlerde yapılmaya başlanmıştır. Yapılışı: Un, su ve tuzla kulakmemesi yumuşaklığında bir hamur yoğrulur. İçine isteğe göre süt, yumurta da konabilir. Bu hamurdan alınan bezeler açılıp saçta pişirilir. Bir yanda yağlı, büyük bir tavuk haşlanır. Diğer yanda ıslanan pirinç yağda ince kıyılmış soğanla çevrilir. İçine haşlanıp didilmiş tavuk eti, tavuk ciğeri, ince doğranmış havuç, dövülmüş ceviz içi, kabuğu soyulmuş badem, dolmalık çam fıstığı, kuşüzümü, tarçın, pirinç, tuz ve karabiber eklenir ve tavuk suyu katılarak iç pilav hazırlanır. Pilav demlendikten sonra tepsiye aralarına tavuk suyu gezdirilip 3-4 kat yufka serilir ve bu işlem araya iç pilav döşenerek 2-3 kez tekrarlanır. En üstteki kata da iç konur, üstüne de tavuk suyu veya arzuya göre süt gezdirilip fırında pişirilir. Çulama hazır yufka ile de yapılabilmektedir.
Papulena Fava:
Bilindiği gibi fava bakladan yapılmaktadır. Giritliler bu bilinen usulde de fava yapmaktadırlar ancak onlar asıl fava bitkisi olan bezelye büyüklüğünde ve şeklinde ancak rengi ondan daha açık papules bitkisini kullanırlar. Yapılışı: Önce taşı olur diye ayıklanıp yıkanır ve suyu iki kez değiştirilmek suretiyle kaynatılıp asıl suyu konur. Sonra soyulup üstten bir bıçak izi yapılan bir baş soğan favanın piştiği tencerenin ortasına yerleştirilir. Hafif ateşte fava mercimek çorbası gibi yumuşayana dek kaynatılır ve tabağa alınır. Yanında sardalya, ekşili marul veya radika salatası ile yenmesi önerilmektedir.
Bitki tazeyken yeşil yaprakları biraz tuzla ovulup, zeytinyağı ve limonla salatası da yapılır.
Pol(z)araça ( Küçük Ayaklar ) :
Oğlak ayakları küllü kaynar suya yatırılıp etli yeri kalacak şekilde derinin üstündeki tüyleri temizlenir. Diğer yanda bağırsakları, önce dışı ve çöple ters çevrilip içi bol suyla yıkanır. Yıkadıktan sonra bu kez turunç yaprakları ile ovularak temizlenir ve bu işlem güzel de koku verir. Oğlak ayağındaki iki tırnağın arasına bağırsağın ucu sıkıştırılarak dolanır ve ilmek atılarak düdüklü tencereye yerleştirilir. Bir de oğlağın işkembesi temizlenip yemeklik doğranarak buna ilave edilir. Bir büyük soğan, kabuğu soyulup tüm olarak biraz sıcak su ve kokuyu alması amacıyla birkaç tane karabiber ilavesiyle bu yemeğe eklenip haşlanır. Eğer arttıysa kalın bağırsak ve işkembenin yağı Giritlice (K)Nisari (Elek) denen şekilde sıkı sıkı sarılarak tencereye ilave edilir. Diğer bir tencereye yarım ay şeklinde kalınca kuru soğan doğranır içine az zeytinyağı konup kavrulur. Tencerede haşlanan oğlak ayakları ve işkembe biraz salça ilavesi ile kavrulan soğana eklenip üstüne doğranmış bol domates döşenerek kısık ateşte pişirilir. Bu yahniden başka oğlak ayaklarının paçası da yapılır.
Okka Kabağı ( Girit Kabağı ) :
Parmak şeklinde ve büyüklüğündedir. Yapılışı: Kabuğu soyulmadan ( sadece baş tarafları kesilip ) ikiye ayırmadan ortadan bıçakla kesilir. Bıçağın son bulduğu yerden itibaren bu kez ters yönde kesilir. Bir tabağa hazırlanan dilim peynir, domates dilimleri ve sarımsak dişleri sıra ile kabağın içine döşenerek tuzlanır ve özenle tepsiye dizilir. Başka bir kâseye zeytinyağı, tuz ve kırmızıbiber konup iyice çırpılarak hazırlanan sos kabağın üstüne gezdirilir. Arada bir azaldıkça su ilavesi yapılarak fırında iyice kızartılır.
Okka kabağı etli de pişirilir. Bunun için kabaklar zeytinyağında kızartılıp et haşlanır. Et altta, kabaklar üstte olacak şekilde fırın tepsisine döşenir, en üste kabukları soyulup doğranmış domates ile karıştırılmış biraz salça ve kırmızıbiber karışımı dökülüp en üste tuz ve karabiber ekilir ve fırında veya tencerede pişirilir.
Bir başka tarifte; kabağın birkaç yeri bıçakla delinerek içine sarımsak dişleri sokulur. Bir tencerede zeytinyağında kavrulan soğana doğranmış domates, eklenerek üstüne kabaklar dizilir. Üstüne de beyaz peynir ufalanarak pişirilir.
Yahnera ( Karışık ot yemeği) :
Kçunades (gelincik), Sarikaça (katırtırnağı), Astates, Asgadates (iğnelik, hanımın iğnesi), deve kengeri ve başka kenger çeşitleri vb. otlarla etli veya etsiz yapılabilir. Etlisinde tencerede önce kuşbaşı et sonra soğan kavrulduktan sonra isteğe göre salça konur veya beyaz olacak şekilde temizlenip doğranmış otlar katılıp kısık ateşte solana kadar pişirilir. İndirmeye yakın önce bir kaşık un ve limon suyu ile terbiye dökülerek bir taşım daha kaynatılarak altı söndürülür.
Kaynak: İl Kültür ve Turizm Halk Kültürü Arşivi YB.1989.0003 – YB.2001.0001, Hüseyin ÇİMRİN, Bir Zamanlar Antalya, Yakın Zamana Yolculuk,cilt 2,2006 Antalya | |
| | | maviş Yönetici
| Konu: Geri: ANTALYA-07 23rd Nisan 2010, 02:36 | |
| | |
| | | maviş Yönetici
| Konu: Geri: ANTALYA-07 23rd Nisan 2010, 02:37 | |
| Geleneksel Giysiler
Geleneksel Giysilere Genel Bakış
Antalya ili; kuzeybatısından; Muğla, Burdur, Kuzeyinden Isparta, Konya; kuzey doğusundan Karaman ve İçel illeriyle; Güneyden de Akdeniz ile çevrelenmiş olup, Akdeniz Bölgesinin güneybatısında yer alır.
Gelişmiş olması nedeniyle çevre il ve ilçelerden (özellikle Burdur ve Isparta) sürekli göç alan bir kent haline gelerek, bu göçler ve komşularıyla olan bağlantıları bir kültürler mozaiği halini almasını sağlamıştır. Bu birikimin getirdiği iletişim / etkileşim ise müzik, giyim- kuşam, oyunlar vb. gibi kültürel zenginliği oluşturmuştur.
Bölgemizde olduğu gibi, İlimizde de yaşayan bu zengin kültürel yapı nedeni ile geleneksel giyim ve halk sazları tespit çalışmalarımız Korkuteli, Elmalı, İbradı, Alanya ilçeleri ve çevresindeki köylerde yoğunlaştırılmıştır. Buralarda yapılan derleme ve tespit çalışmalarına yörenin kaynak kişilerin verdiği bilgiler de eklenerek aşağıda anlatacağımız bilgilere ulaşılmıştır.
Antalya, Burdur, Isparta, illeri ile Muğla'nın doğusu, Denizli'nin güneydoğusu, Afyon'un güneyini içine alan bölgeye 'Teke Bölgesi' adı verilmektedir. Antalya'nın büyük bir bölümünün Teke Bölgesi içerisinde yer alması nedeniyle bölgenin belirtilen illeri ile benzer özellikler gösterir. Ancak Teke Bölgesi dediğimiz bu bölge; Yörük yaşamının ve iskanının yoğun olduğu bir yerdir. Bölgede yüzlerce yıl sosyal ve kültürel kimliklerini geliştiren Yörükler yazın yaylada, kışın da sahilde sürdürdükleri konar-göçer yaşamın etkisiyle çok fazla iç içe girmiş bir kültürel yapı gösterir.
Bölgemize yeni yerleşmiş Sarıkeçili Yörüklerinin yanı sıra; Karakoyunlu, Karakeçili, Yeniosmanlı, Eskiyörük, Honamlı, Töngüçlü, Hayta, Çakalyörük aşiretlerinin iskan etmiş olmasından kaynaklı etkin bir Yörük kültürüyle karşılaşılır. Ancak bölgede yaşayan "Tahtacı" adı verilen Alevi Türkmenlerinin de yöre kültürü üzerinde azımsanamayacak bir etkiye sahip oldukları söylenebilir. Özellikle Kuzeyde bulunan Elmalı ve kuzeybatıda bulunan Kumluca, Finike ilçelerine yerleşen bu Türkmen aşiretleri de kendilerine has kültürel öğelerle bölge kültürüne önemli katkılarda bulunmuşlardır.
Korkuteli ilçesi, Teke Bölgesi'nde yer almakta olup, folklorun diğer konularında olduğu gibi müzik aletleri-müzikal yapı ve geleneksel giyim bakımından Yörük (konar-göçer) yaşamın tüm karakteristik özelliğini taşımaktadır. Zamanının çoğunluğunu hayvancılık ve göçle geçiren, avlanan Yörükler, giysilerini hayvansal ürünlerden oluşturmuşlar, doğa koşullarına ve ağır yaşam şartlarına karşı koyabilmek için bedeni koruyacak şekilde olmasına özen göstermişlerdir. Elmalı ilçesi de Korkuteli gibi özellik taşımakla birlikte Tahtacı ve Bektaşi köylerinden kaynaklı kısmi bir Alevi-Bektaşi Türkmen yaşam biçimini karşımıza çıkarmaktadır. Hatta her yıl Haziran ayında yapılan ve büyük bir katılımla gerçekleştirilen "Abdal Musa Şenlikleri" bu yaşayan kültürü daha da önemli kılmaktadır.
Antalya'nın Kuzeydoğusunda yer alan İbradı, Akseki ilçeleri Konya kültüründen etkilenmiş olup, müzik yapısında, oyunlarında Konya etkisi göze çarpmakta, yüksek rakım nedeniyle geleneksel giyim tarzının da yine buna göre düzenlendiği görülmektedir.
Alanya, Antalya'nın bir kıyı ilçesi olup, tipik Akdeniz iklimi özelliğindedir. Selçukluların kışlık ikametgahı olan Alanya(Alaiye) yerleşik yaşama uzunca bir zaman önce geçmiştir. Ancak Alanya'nın çevresinde, özellikle de yayla köylerinde konargöçer yaşamın izlerine rastlanmaktadır. Alanya merkezde ise iklimin etkisiyle daha rahat ve hafif bir giyim tarzıyla karşılaşılmaktadır.
KAYNAK : Antalya Yöre, Oyun, Müzik ve Kostüm Araştırması - Antalya Milli Eğitim Müdürlüğü | |
| | | maviş Yönetici
| Konu: Geri: ANTALYA-07 23rd Nisan 2010, 02:38 | |
| Kadın Giysileri 1- BAŞA GİYİLENLER: FES: Kırmızı veya bordo renkli depme keçeden konik biçimli, başa giyilen bir parçadır.(Foto-1)ÇAŞ:Fese benzer olup başa giyilen (Fes yerine) keçeli kasnaktır.Üzerine Elbi adı verilen pul işlemeli kırmızı veya yeşil tül örtülür. Üst kısmı yapma çiçeklerle süslüdür. Elbi örtüldükten sonra görülen alın kısmı boncukla bezenmiş uç kısmında bir veya iki sıra altın, gümüş para dizisi olan bir çeşit başlıktır. (Foto-2,3)PARA ÇELGİ(Alınlık):Bordo fes üzerine veya fes biçimindeki keçe üzerine altın ve gümüş paralarla bezenmiş etrafı renkli poşu veya yazmalarla bağlanmış(çelinmiş)bir başlıktır. (Foto-4) BONCUKLU ÇELGİ: Para çelgi gibi fes veya keçe biçimindeki başlığın alın kısmı boncukla bezenmiş, yalnızca uç kısmında bir veya iki dizi para dizilmiş bir başlıktır. (Foto-5)NEZGEP: Fese benzer olup, sakak (Foto-56) adı verilen bir parçayla çene altından geçirilerek fes yerine başa giyilir.Arka kısmı biraz daha uzuncadır.Tepesi gümüş olabilir ve alın kısmını süsleyen altın-gümüş para bulunur.Yine gümüş paralardan oluşmuş yanlardan nezgebe tutturulmuş gıdıklık ile süslenmiştir. (Foto-4)TERLİK(TELLİK):Renkli kadife kumaştan yapılmış olup sakak adı verilen parça ile çene altından başa geçirilmiştir. Alt kısmı, giyenin ekonomik durumuna göre iki-üç sıra altın-gümüş para dizisi ile süslenmiştir. (Foto-8)PULLU YAZMA:Kare biçimindeki yazmanın etrafı pullarla işlenerek başlık üzerine örtülerek kullanılan bir örtüdür. (Foto-6)OYALI YAZMA: Kare biçimindeki yazma, kenarına yöresel motiflerle işlenmiş boncuk veya iğne oyası ile bu adı alır ve başlık üzerinde kullanılan bir örtüdür. (Foto-9) KOZALIYAZMA: İğne oyası motifli, ancak çiçekleri biraz irice ve kolalı oya olan yazmadır. başlığın en üstüne kullanılan parçadır.ELBİ: Çaş ve boncuklu çelginin üzerine örtülen, üzeri pullarla işlenmiş, kırmızı veya yeşil renkli gelin başı örtüsüdür.(Foto-7,10)DASTAR: Yazmanın Korkuteli ve Elmalı yöresindeki adıdır. Bilinen kalıp baskı motifli, renkli başörtüsüdür.(Foto-9)Foto 1 Foto 2 Foto 3 Foto 4 Foto 5 Foto 6 Foto 7 Foto 8 Foto 9 Foto 10 Foto 56 2-BEDENE GİYİLENLERİÇLİK(Göynek): Eskilerde Canfır ve Melas kumaştan yarım yakalı , bağrı açık yaka ağzına, bağır (göğüs)kısmı pullu veya iğne oyası ile süslü bir iç giyim parçasıdır. Şimdilerde bürümcek, şile bezi veya pamuklu kumaşlardan dikilmekte olup , yaka ve kol ağızları iğne oyası işlemelidir. Üstü dar ve alta doğru genişleyen bir biçimi vardır. Giyildiği zamanki uzunluğu diz üstüne kadardır.(Foto-12,13,14)BAĞIRTLAK(Boyunluk-Sütlük-Göğüslük): İçliğin kumaşından olan, yine yaka ve göğsü iğne-pullu oyalı giysi parçasıdır. Giyilince göbek hizasına kadar iner. Arkadan bağcıklarla bağlanan çeşitleri de vardır. Omuz genişliğinde, yakası açık, kolları ve arkası olmayan hakim (dik) yakalı tek parçalı bir giysi parçasıdır. (Foto-15,16)ÜÇETEK (Çitari-Kutnu): Genellikle çitari veya kutnu kumaşlardan yapılmaktadır. Uzun kollu olup kol ağızları yırtmaçlı ve düğmelidir, önü açık, belden itibaren üç parça eteklidir. Üç eteklerin kenarları dilimli olup, bu dilimlerin üzeri siyah kaytan işlidir. Arka parçasının alttan itibaren uç kısmında bir ardıç motifi gibi motifler kaytandan işlenir. Üçetek yapılan kumaşlar ;kırmızı, mor,vişne renklerindedir. Yarım yakalı olup, ön üstten üç düğmelidir. Kutnu üçeteklerin kenarları ise sarı veya siyah harçlarla işlidir.(Foto-l 1,17,18,19,20,36,37) DELME(İç yelek): Üçetek kumaşlardan yapılan delme yelek, kısa kollu bele kadar uzunlukta ve önü açıktır. İçi astarlıdır, önünün kenarları oymaların üzeri siyah kaytanla işlidir. (Foto-51)CEKET: Terikoton kumaştan yapılır. Astarla kumaş arasına çok ince pamuk konulur. Sık ve paralel dikişle sabitlenir. Genellikle kırmızı, koyu pembe renkte olmakla birlikte değişik renkte olanları da mevcuttur. Cepken formunda olup, giyildiğinde bel üstü hizasında kalmaktadır. Yaka ve kol ağızları harçla işlenmektedir. (Foto-49,52)ABA: Kadife kumaştan, sırma işlemeli, astarlı ve diz üstüne kadar uzanan bir giysidir. Genellikle İbradı bölgesindeki gelinler tarafından giyilmektedir. (Foto-48,53)KEBE(Cepken): Kebe, kadife veya çuhadan yapılmaktadır. Uzun kollu ve önden açıktır. Bele kadar uzunlukta olup , yarım yakalıdır. Cepken kenarları ve kol ağızları sarı veya siyah sim veya harçla işlidir. Cepkenin ön ve arka yüzü beyaz veya sarı simle yöreye has motiflerle işlidir. Genellikle yörede kullanılan renkler;kırmızı, bordo, mor ve yeşildir. (Foto- 22,38,39)DİREM KUŞAK: Eskiden bu yana kare şeklinde, çubuklu renkli, geleneksel ipekli bir dokumadır. Ortadan katlanarak üçgen biçiminde bele sarılarak kullanılır. Uçları püsküllü olup yanlarında bazen bağcık bulunur. (Foto-23)ŞAL KUŞAK: Renkli yün iplikten dokunan yaklaşık olarak 1x1 metre ebatlarında olan bir giysi parçasıdır. Bele sarılarak kullanılır.GOLAN (Kolan): Renkli iplikten özel dokuma tekniği ile (çarpana)dokunan, genellikle 2-3 cm. eninde ip kumaştır. Şal kumaş üzerine dokunarak kullanılır.ÖNCEK(Önücek-Peştamal): Eskilerde renkli dokuma kumaşlardan üzerinde yöresel motifler bulunan bir önlük çeşnidir. Eskiden 2-3 renkli ipek dokuma kumaşlardan da yapılırken, şimdilerde ise değişik renk ve desende buldan bezinden yapılmaktadır. Genel olarak bordo, kırmızı, mor renkli olanları bulunmaktadır. (Foto-24,25)ŞALVAR: Şalvar üçetek kumaştan yapılmaktadır. Eğer üçetek kutnu kumaştan yapılırsa, şalvar saten kumaştan da yapılabilmektedir. Çitariden dikilen şalvarların içi astarlıdır. Uç kısmı ve paça kısmı (15cm.) astar kumaşından yani bez dokuma kumaştan yapılmaktadır. Ağı geniştir.ÇİNTİYAN: İbradı'da karşılaşılmaktadır. Beyaz kumaş veya Amerikan kaputundan dikilmektedir. Paçaları kadife veya kutnu kumaştan olup, gerektiğinde çıkarılıp yıkanarak yeniden yerine dikilmektedir. (Foto-54,55)Foto 11 Foto 12 Foto 13 Foto 14 Foto 15 Foto 16Foto 17 Foto 18 Foto 19Foto 20 Foto 22 Foto 23Foto 24 Foto 25 Foto 36 Foto 37 Foto 38 Foto 39 Foto 48 Foto 49 Foto 51 Foto 52 Foto 53 Foto 54 Foto 55 | |
| | | maviş Yönetici
| Konu: Geri: ANTALYA-07 23rd Nisan 2010, 02:38 | |
| | |
| | | maviş Yönetici
| Konu: Geri: ANTALYA-07 23rd Nisan 2010, 02:39 | |
| Erkek Giysileri 1-BASA GİYİLENLERFES: Kırmızı veya bordo renkli depme keçeden konik biçimli, başa giyilen parçadır. (Foto-1)POŞU: Fes üzerine, renkli ipek ince bir dokuma olarak sarılan kumaştır.Kare biçiminde uçları püsküllüdür. (Foto-1)Foto 12-BEDENE GİYİLENLERİÇLİK (Göynek-mintan): Alaca renkli dikine çizgili, hakim yakalı, önü kapalı, dokuma kumaştan yapılmaktadır, ön üstten üç veya beş düğme açık olabilir. Göyneğin kolları uzun olup, kol ağızları düğmelidir. Mintan; yakası hakim yaka, sol yandan düğmeli, kolları uzun olup, kol ağızları düğmelidir. Alacalı veya pamuklu kumaştan yapılan göyneklerdir. CAMADAN (iç yeleği): Çuha kumaştan kolsuz yelek biçiminde yapılmış olup, önü ve arka yüzü yöresel motiflerle siyah kaytanla işlenmiştir. Ancak önü verev kesimli olup, düğmelerle bağlanmıştır. (Foto-42,43)KEBE (cepken): Yörede daha çok açık mavi veya mavi renkli çuha kumaştan yapılan önü açık bel hizasında uzun kollu bir üst giysisidir. Kenarları ve kol ağızları siyah kaytan işlemeli olup, ön ve arka yüzlerle, kol üstleri yöresel motiflerle siyah kaytanla işlemelidir. (Foto-44) ÇAĞŞIR (şalvar): Çağşır keçi kılından dokunmuş kumaştan yapılmış ve uçkurla bele bağlanan ağı geniş diz üstünde kalan, ayak bileklerine kadar uzanan bir giysi parçasıdır. Çağşır içerisi astarlı olur.MENEVREK: Çağşır biçiminde olup, depme yün kumaştan dikilmiştir. Bölgemizde daha ziyade Burdur'da kullanılmakla birlikte, çalışmalarımızda, Akseki-İbradı tarafında da nadiren kullanıldığı ifade edilmiştir.ŞAL KUŞAK: Renkli yün iplerden dokunan yaklaşık olarak 1X1 metre ebatlarında olan bir giysi paçasıdır. Bele sarılarak kullanılır. Uçları püsküllü olup, üçgen olarak kullanılır. (Foto-48)TRABLUS KUŞAK: El tezgahlarında dokunmuş renkli keten ve ipek karışımı dokuma kumaştan yapılmış bir çeşit kuşaktır. Yöremizde Alanya kuşağı adıyla da kullanılmaktadır. 2-3 metre uzunluğunda 15-20 cm. eninde koltuk altında başlayarak kalça üstüne kadar sarılarak kullanılmaktadır. Bu kuşak kullanıldığında şal kuşak kullanılmaz.Foto 42 Foto 43 Foto 44Foto 483-AYAĞA GİYİLENLERÇORAP : Beyaz yünden, elle ve beş şişle örülen düz çorabın yanlarında siyah veya karışık renkli motifler veya işlemeler bulunur. Erkek çorapları dize kadar uzunlukta örülmektedir. Bu çoraplara dizleme çorapta denilmektedir. Çağşırın üzerine çekilerek giyilir. (Foto-31) ÇARIK : Çarıklar yapılacak derinin rengine göre değişik ham deri renginde de olabilmektedir. YEMENİ : Deriden ve kısmen ucu sivri, ince topuklu düz ayakkabıdır. Genellikle siyah rengi tercih edilir. KUNDURA: Topuklu,genellikle siyah deriden bağcıksız düz erkek ayakkabısıdır.Foto 314-AKSESUARLARSİLAHLIK : Siyah deriden yapılan bir çeşit kuşak olmak üzere kişisel eşyaların konulduğu (tütünlük, tabaka, tespih, barut ve harbi ) bir aksesuardır.YAĞLIK: Uçları işlemeli mendil biçiminde bir aksesuardır. Kimi zaman boyunda kimi zaman da kuşağın ön yüzünde işlemeleri görülecek şekilde kullanılır. (Foto-46)HEYBE: Renkli yün iplerden dokunmuş yöresel motiflerin bulunduğu bir çeşit azık torbasıdır. İpi genellikle çarpanadan olmakla beraber iple de örülebilir.KÖSTEKLİ SAAT: Gümüş zincirli ve bir ucu yelek düğmesine bağlı olarak kullanılan bir aksesuardır.UZUN BIÇAK: 30-40 cm. boyutunda ucu sivri düz kamadır.Foto 46KAYNAK : Antalya Yöre, Oyun, Müzik ve Kostüm Araştırması - Antalya Halk Eğitim Merkezi Müdürlüğü | |
| | | maviş Yönetici
| Konu: Geri: ANTALYA-07 23rd Nisan 2010, 02:40 | |
| İlçelerin Giysi Özellikleri İLÇELER- ELMALI İLÇESİKADIN GİYSİLERİ: (Foto-32)BAŞA GİYİLENLER:a)Çaş, fes, boncuk çelgi, para çelgi (Foto-34)b) Elbi, oyalı yazma, dastar (siyah-beyaz) (Foto-33)Foto 32 Foto 33 Foto 34BEDENE GİYİLENLER:a) İçlik-göynek (Foto-12,13,14)b)Bağırtlak(göğüslük, sütlük-boyunluk) (Foto-15,16)c)İç (delme) yelekd) Üçetek (Foto-32)e) Şalvar (Foto-32)f) Direm kuşak, şal kuşak (Foto-34)g) Kolanh) Kebe (Cepken) (Foto-34)Foto 12 Foto 13 Foto 14Foto 15 Foto 16AYAĞA GİYİLENLER:a)Motifli yün çorap (Foto-26)b) Galloş (Ayakkabı), çarıkFoto 26AKSESUARLAR:a) Bilezikb)Beşyüzlükc)İnce saç beliği- KORKUTELİ İLÇESİKADIN GİYSİLERİ:BAŞA GİYİLENLER:a) Para çelgi, Boncuk çelgi (Foto-4,5)b)Oyalı-Pullu yazma, dastar, kozalı yazma (Foto-9)Foto 4 Foto 5 Foto 9BEDENE GİYİLENLER:a) Göynek-İçlik (Foto-12,13,14)b)Bağırtlak(Göğüslük, sütlük, boyunluk) (Foto-15,16)c)İç delme yelekd)Üçetek (Foto-37)e)Kebe (Foto-38,39)f)Şalvarg) Direm kuşak, şal kuşakh) Öncek (Foto-24,25)Foto 24 Foto 25 Foto 37Foto 38 Foto 39AYAĞA GİYİLENLER:a)Motifli yün çorapb) Çarık, yemeniAKSESUARLAR:a)Zülüf bastıb)Gerdanlık (Boyunluk-Göğüslük)c)Gümüş Bilezik (Döğme)d)Kozalı (Tokurcaklı) öncek ipi (Foto-21,28,29,40)e)HeybeFoto 21 Foto 28 Foto 29 | |
| | | maviş Yönetici
| Konu: Geri: ANTALYA-07 23rd Nisan 2010, 02:41 | |
| | |
| | | maviş Yönetici
| Konu: Geri: ANTALYA-07 23rd Nisan 2010, 02:44 | |
| | |
| | | maviş Yönetici
| Konu: Geri: ANTALYA-07 23rd Nisan 2010, 02:44 | |
| Geleneksel Halk Sazları ANTALYA GELENEKSEL HALK SAZLARINA GENEL BAKIŞAntalya ili; kuzeybatısından; Muğla, Burdur, Kuzeyinden Isparta, Konya; kuzey doğusundan Karaman ve Mersin illeriyle; Güneyden de Akdeniz ile çevrelenmiş olup, Akdeniz Bölgesinin güneybatısında yer alır.Gelişmiş olması nedeniyle çevre il ve ilçelerden (özellikle Burdur ve Isparta) sürekli göç alan bir kent haline gelerek, bu göçler ve komşularıyla olan bağlantıları bir kültürler mozaiği halini almasını sağlamıştır. Bu birikimin getirdiği iletişim / etkileşim ise müzik, giyim- kuşam, oyunlar vb. gibi kültürel zenginliği oluşturmuştur.Bölgemizde olduğu gibi, İlimizde de yaşayan bu zengin kültürel yapı nedeni ile geleneksel giyim ve halk sazları tespit çalışmalarımız Korkuteli, Elmalı, İbradı, Alanya ilçeleri ve çevresindeki köylerde yoğunlaştırılmıştır. Buralarda yapılan derleme ve tespit çalışmalarına yörenin kaynak kişilerin verdiği bilgiler de eklenerek aşağıda anlatacağımız bilgilere ulaşılmıştır.Antalya, Burdur, Isparta, illeri ile Muğla'nın doğusu, Denizli'nin güneydoğusu, Afyon'un güneyini içine alan bölgeye 'Teke Bölgesi' adı verilmektedir. Antalya'nın büyük bir bölümünün Teke Bölgesi içerisinde yer alması nedeniyle bölgenin belirtilen illeri ile benzer özellikler gösterir. Ancak Teke Bölgesi dediğimiz bu bölge; Yörük yaşamının ve iskanının yoğun olduğu bir yerdir. Bölgede yüzlerce yıl sosyal ve kültürel kimliklerini geliştiren Yörükler yazın yaylada, kışın da sahilde sürdürdükleri konar-göçer yaşamın etkisiyle çok fazla iç içe girmiş bir kültürel yapı gösterir.Bölgemize yeni yerleşmiş Sarıkeçili Yörüklerinin yanı sıra; Karakoyunlu, Karakeçili, Yeniosmanlı, Eskiyörük, Honamlı, Töngüçlü, Hayta, Çakalyörük aşiretlerinin iskan etmiş olmasından kaynaklı etkin bir Yörük kültürüyle karşılaşılır. Ancak bölgede yaşayan "Tahtacı" adı verilen Alevi Türkmenlerinin de yöre kültürü üzerinde azımsanamayacak bir etkiye sahip oldukları söylenebilir. Özellikle Kuzeyde bulunan Elmalı ve kuzeybatıda bulunan Kumluca, Finike ilçelerine yerleşen bu Türkmen aşiretleri de kendilerine has kültürel öğelerle bölge kültürüne önemli katkılarda bulunmuşlardır.Korkuteli ilçesi, Teke Bölgesi'nde yer almakta olup, folklorun diğer konularında olduğu gibi müzik aletleri- müzikal yapı ve geleneksel giyim bakımından Yörük (konar-göçer) yaşamın tüm karakteristik özelliğini taşımaktadır. Zamanının çoğunluğunu hayvancılık ve göçle geçiren, avlanan Yörükler, giysilerini hayvansal ürünlerden oluşturmuşlar, doğa koşullarına ve ağır yaşam şartlarına karşı koyabilmek için bedeni koruyacak şekilde olmasına özen göstermişlerdir. Elmalı ilçesi de Korkuteli gibi özellik taşımakla birlikte Tahtacı ve Bektaşi köylerinden kaynaklı kısmi bir Alevi-Bektaşi Türkmen yaşam biçimini karşımıza çıkarmaktadır. Hatta her yıl Haziran ayında yapılan ve büyük bir katılımla gerçekleştirilen "Abdal Musa Şenlikleri" bu yaşayan kültürü daha da önemli kılmaktadır. Antalya'nın Kuzeydoğusunda yer alan İbradı, Akseki ilçeleri Konya kültüründen etkilenmiş olup, müzik yapısında, oyunlarında Konya etkisi göze çarpmakta, yüksek rakım nedeniyle geleneksel giyim tarzının da yine buna göre düzenlendiği görülmektedir. Alanya, Antalya'nın bir kıyı ilçesi olup, tipik Akdeniz iklimi özelliğindedir. Selçukluların kışlık ikametgahı olan Alanya(Alaiye) yerleşik yaşama uzunca bir zaman önce geçmiştir. Ancak Alanya'nın çevresinde, özellikle de yayla köylerinde konargöçer yaşamın izlerine rastlanmaktadır. Alanya merkezde ise iklimin etkisiyle daha rahat ve hafif bir giyim tarzıyla karşılaşılmaktadır.ANTALYA YÖRESİ HALK ÇALGILARIAntalya yöresinde kullanılan halk çalgıları çok çeşitli olup, yöre müziğinin zenginliğinin ve yöre insanının ürkekliğinin bir göstergesi niteliğindedir.Bölgede kullanılan karakteristik sazlar sipsi, parmak curası, kabak kemane ve bağlamadır. Anadolu’nun hemen her yerinde görülen dilli ve dilsiz çoban kavalıAntalya’da da vardır. Yine Anadolu'da kapalı mekân dışındaki müziğin vazgeçilmez sazı zurnada görülür. Yayla(dağlık) bölgelerde kartalın kanat kemiğinden yapılan çığırtma isimli dilsiz kaval mevcuttur. Kapalı mekânlarda ritim aracı olarak darbuka, tef(def),zillimaşa, kaşık gibi sazlar; açık havada da vazgeçilmez biçimde zurnaya eşlik eden davul kullanılır. Ayrıca çift davul ve çift zurna orijinal bir armonik uyum yaratır.Yukarıda değinilen halk çalgılarını daha ayrıntılı olarak incelemek gerekirse:a) Sipsi: Halk çalgılarımızın üfleme ile (nefesli)çalman en küçük boylu çalgılarından birisi olup, Batı Akdeniz Bölgesinde özellikle teke yöresi; denilen Burdur, Isparta, Denizli, Muğla, Afyon ve Antalya'nın özellikle Korkuteli Elmalı dolaylarında en fazla da Burdur'da ve yaygın olarak kullanıldığı bilinmektedir.özellikle Dirmil'de (Altınyayla), Acıpayam'da ve Çameli dolaylarında asker sevkıyatına düğünlere giden çalgılar açık havada zurna eşliğinde davul çalarken,kapalı yerlerdeki eğlencelerde ise sesinin zurna kadar rahatsız edici olmaması nedeniyle sipsiyi tercih ederler. Dolayısıyla da sipsi kapalı yer ve eğlentilerinin baş sazı olarak kabul görür. (Foto-59)Genellikle sazlıklarda yetişen su kamışı da denilen kargıdan yapılan sipsi, gövde ve ağızlık olmak üzere iki parçadan oluşur. Sesin çıkmasını sağlayan ve ağza alman kısmına ağızlık, ağızlığın takıldığı ses perdelerinin bulunduğu kısma da "gövde"(gödlek)denilmektedir. Ağızlık yaklaşık 4-5cm, gövde ise l5-25cm.arasında değişmektedir. Ayrıca çam dallarının filizlerinden, söğüt dallarından, içi boş ot ve çavdarlardan ve kartalın kanat kemiğinden yapılan sipsilere de rastlanılmaktadır.Kutsal bir sının sesi olarak kabul edilen sipsi hakkında anlatılan halk hikâyesi oldukça ilginçtir. "Hz.Ali bir gün çobanlardan birisine çok önemli bir sır verir ve bu sırrı kimseye anlatmamasını, söylememesini ister. Fakat çoban verilen bu önemli sırrı birilerine anlatma ihtiyacını duyarak bir gün sazlıkların, kargıların, kamışların bulunduğu bir çukura girip kendisine anlatılan bu sırrı burada anlatıverir. Çobanın bu anlattığı sırları orada bulunan sazlıklar, kargılar, kamışlar kulaklarını açıp dinlerler. İşte bu denli oynak ve tiz sesli güzel ezgiler günümüzde sipsiden nağme olarak çıkan bu sırlardır."Sipsinin Ses Perdeleri Ve Ses GenişliğiYöresinde önde beş, arkada bir olmak üzere toplam altı perdesi bulunmaktadır. Ancak radyolarımızda günümüzde kullanılan sipsilerin ses aralığı genişletilmiş, perde sayısı yediye çıkarılmıştır. Bazı yöre parçalarının çalınması için ek fa diyez perdesine ihtiyaç duyulmuştur. Bunun için radyolarda yedi ses perdeli sipsilerde kullanılmaktadır. Sipsinin ses genişliği 1,5 oktavdır. Yarım sesleri çıkarmak için perde bulunmadığından bu sesler nefes yardımıyla çıkarılır. Sipsiye ses olarak benzeyen çalgıların başında tulum gelmektedir. Bilindiği gibi tulum Doğu Karadeniz bölgesi halk çalgılarımızdandır ve çoğu zaman sipsi sesi ile ayırt etmekte güçlük çekilir.Sipsinin Akort DurumuSipsinin kendine özgü ve çok ilginç bir akort lama sistemi vardır. Ağızlığm gövdeye geçen kısmındaki açılmış olan kapağın üzerine iplik dolanır. Böylece aşağı yukarı oynatmak suretiyle istenilen akort elde edilmiş olur. Yine ağızlığın üzerine açılan kanalın içine saç kılı geçirilerek,ayarlanmış akordun değişmemesi sağlanır.Sipsinin Çalınma ŞekliSipsi görünüm olarak küçük, çalınış itibarıyla çok zor olan nefesli hak çalgılarımızdan birisidir. Eksik perdeli oluşu çalınmasını bir kat daha güçleştirir. Ancak eksik perdeli olması yöre özelliğindendir. Yedi delikli sipsilerin, alttan iki deliği açık olmak üzere diğer delikler kapatılarak çalınır. Ağızlığın baş kısmı dil ile veya herhangi bir madde ile kapatılarak üflenir. Sipsinin kenar seslerinde devamlı olarak üstten beş delik (perde) kapalı olarak tutulur(arka delik dahil).En önemli özelliklerinden bir tanesi nefes alıp verme, yani sesi hiç kesmeden sürekli olarak nefes çevirme olayıdır. Bu nedenle sürekli çalındığı için sipsi çalanın dudakları yorulmaktadır ve ağızlık ile gövdenin birleştiği yere bazen zurnada olduğu gibi plastik bir maddeden lüle' denen araç geçirilir. Bunun görevi ise yorulan dudakları bir lüleye dayamak koşuluyla dinlendirmek ve daha uzun süre çalınmasını sağlamaktır.Sipsi çalabilmek için önce güçlü bir nefese ihtiyaç vardır. Tiz ve ince seslere doğru normal şiddetinden daha güçlü bir nefes gerekmektedir. Aynı tonda ve şiddetle üflenildiği zaman sipsi çalınamaz ve yanlış ses çıkar. Genellikle sipsiyi çalan sanatçılar la mi çarpmasını sürekli yaparlar ki,bu da sipsinin yöresel özelliğindendir. En önemli özelliklerinden bir tanesi de sipsi çalım sırasındaki trillerdir. Genellikle lisesinden alt çene sürekli ve devamlı olmak üzere kaslar aracılığıyla titretilir ve üst ön dişler ağızlıkta bulunan hassas kapağa dokundurularak tril meydana getirilir.Trilsiz sipsi çalanlar yörede sipsi sanatçısı olarak kabul edilmemektedir. Eskiden Teke yöresinde delikleri ve ölçüleri aynı olan iki sipsi yan yana iple bağlanarak çalınır, bu tip sipsilere 'çifte sipsi' denilirdi. Ancak bu tür sipsiler fazlaca kullanışlı olmadığından ve sesler tutmadığı için günümüzde kullanılmamaktadır.Sipsi çalınırken ağızlık uzun süre ağızda kaldığı için ıslanmakta ve tutaklık(tutukluk) yapmaktadır. Tutaklık yapmasını önlemek için mahalli sanatçılar ilginç bir yöntem kullanmaktadırlar:Kurutmak için öncelikle güvercin kanadındaki tüylerden ağızlığın içine sokularak ıslaklığın giderilmesi, aynı olay büyük tüy ile gövde kısmına da uygulanarak ses perdelerinin açılması sağlanır. Yine ağızlığın tıkanmaması ve ıslanma sırasındaki sesin değişmemesi için sipsinin ağızlık bölümüne açılan kanaldaki kapağın altına saç kılı geçirilir. Sipsinin Yapılışı:Bilindiği gibi sipsi, Batı Akdeniz Bölgesinde yaygın olarak kullanılan halk çalgılarından birisidir. Kullanıldığı yörelerde sipsi yapan ve çalan kişiye göre değişmektedir. Bazı bölgelerimizde tek kamıştan yapılmakta olup, bu tür sipsilere 'Bucak Sipsisi' de denilmektedir. Yani ağızlık ve gövde kısımları tek parçadan oluşur.Bucak SipsisiBu tür sipsilerin ağızlarının bozulması halinde kullanımı sona ermektedir ve yörede yaygın değildir. Bu yüzden daha çok portatif ağızlıklı sipsiler kullanılır.Yörede usta olarak sipsi çalabilen kişiler, çaldıkları sipsiyi kendi ustalık ve üslupları ile kendileri yaparlar. Sipsi yapan kişi 3-5 yıllık kurumuş olan, demir kargı da denilen içi boş 5-6-7 mm. çapındaki (içten içe çap) kargıyı keserek yapım için çalışmaya başlar. Söz konusu kargıların ekleri 20-21 cm. olarak düzgün bir şekilde, keskin bir çakıyla her iki tarafından keser. Yukarıda da belirttiğimiz gibi sipsi, yapan ve çalan kişiye göre değişmektedir. Sipsi yapımcısı, düzgün şekilde kesmiş olduğu bu kargının üzerine elindeki çalgı ile açacak olduğu ses perdelerinin yerlerini ölçülü bir şekilde işaretler. Daha sonra 4mm. Çapında, yuvarlak ve ucu sivri bir şişi ateşte kızdırarak, işaretlemiş olduğu ses perdelerinin üzerine yakarak deler. Bu işlem bittikten sonra herhangi bir kargıyı boydan boya dörde bölerek, delmiş olduğu kargının içine sokar ve deliklerdeki çapakların, pisliklerin temizlenmesi için de seri bir şekilde döndürülür. Temizlik işlemi bittikten sonra söz konusu parçayı içine çakarak gövdeyi ıslık sesi veriyor mu vermiyor mu diye üfler. Eğer düdük sesi gibi net bir ses alabiliyorsa, yapılan sipsi iyi olmuş demektir. Eğer ıslık sesi alınamıyorsa, alınıncaya kadar yukarıdaki işlemler tekrar yapılır.Meydana gelen kısım, sipsinin gövdesini oluşturmaktadır. Söz konusu gövdenin içi, zeytinyağı ile yağlanır. Böylece zeytinyağı kargı da vernik görevi görerek sesin net çıkmasını sağlar.Sipsinin ağızlık kısmının yapılışı da kişiden kişiye değişir. 4 mm. Çapındaki ince ve içi boş boru yani kargı tek tarafı düzgün olacak şekilde çakı ile kesilir. Boruya dikey olacak 1-1,5 mm. derinlemesine kanal açmak için hazırlık yapılır. Kesilen bu kargıya yatay olarak yaklaşık 3cm/lik kanal açılır. Sipsinin Ağızlık KısmıAçılan bu kanalın üzerindeki parçaya "ağızlık kapağı denilir. Söz konusu kargının içinde çapak ve pislikler olduğundan, yine kesilmiş kargı ile içi temizlenir. Daha sonra bu kapağın üzeri keskin bir çakı ile az miktarda yani üzerinin kabuğu alınacak şekilde kazınır. Daha sonra ateşle kızdırılmış demir parçası ile ağızlık kapağının üzeri 2’şer mm. arayla çok hafif bir şekilde yakılır. Bunun nedeni ise ağızlığın çalım sırasında tutaklık yapmasını önlemektir.Eğer ağızlık gövdenin boşluğuna geçmiyorsa keskin bir çakı ile hafif bir şekilde yontulur ve iç içe geçmesi sağlanır. Yapılan bu ağızlık bişkin (pişkin) olabilmesi yani sesin gür ve net çıkması için bazı işlemler yapılır:Bir bardak yarısına kadar su ile doldurulur ve yapılan bu ağızlık suyun içine konularak iki gün bekletilir. Daha sonra çıkartılarak kurumaya bırakılır. Böylece de ağızlığın tutaklık yapmasını önüne geçilmiş olunur. Sipsi ağza alınarak çalman bir halk çalgısı olduğu için, haliyle ıslanacaktır. Islanma sırasında ağızlığın sesi değişmektedir. Bu değişikliği önlemek için ağızlık suyun içinde bekletilir. Beklediği süre içinde yeterince su emer ve ağza alınıp çalındığı zaman ıslandığında kabarma veya ses değişikliğine meydan vermez. Ağızlık hem kesik (arık) hem de tarla kargısından yapıldığında iyi sonuç vermektedir. İyi bir ağızlık devamlı olarak 15-20 gün kadar çalındıktan sonra oluşur. Çünkü ıslanıp kuruyan ağızlık, bulunduğu ortama alışmış ve bundan sonraki günlerde değişime ayak uydurmuş, bişkin bir ağızlık olmuştur. Sipsi üzerinde yapılan süslemeler:Genellikle Teke yöresinde sipsilerin, ağızlık ve kılıflarının üzerine çeşitli işlemeleri süslemeler yapılır. Sipsinin yani gövdenin delik aralarına (perde aralarına) "Ala eğri" denilen çöğüre benzeyen dikenli bir ağaçtan bir kabuk geçirilir. Kabuk bu ağaçtan, gövdenin (sipsi gövdesinin) kalınlığına göre filiz kısmından kesilerek geçirilir. Görünüşte donuk yani kül renginde olan bu ağaç, üzeri çakı ile hafif bir şekilde kazındığı zaman altındaki kırmızı renk ortaya çıkmaktadır. Eskiden sipsi gövdelerinin ve kılıflarının üzerine bu ağaçtan süs olarak kabuk geçirilir. Şimdi ise bu ağacın rengine benzeyen ve kolay bulunduğu için tercih edilen kiraz kabuğu kullanılmaktadır. Düzgün boğumlu filiz dallarından sipsinin gövdesine göre kesilen kiraz, perde aralarına yalnızca kabuğu gelecek şekilde kesilir ve kesilen bu kabuğun üzeri zedelenmeyecek şekilde hafifçe vurularak kabuğun ağaçtan ayrılması sağlanır. Ağaçtan ayrılan bu kabuğun içindeki ağaca özgü madde, söz konusu kabuğun birbirine sürtülmesi sonucu çıkarılır. Daha sonra temizlenmiş olan zar şeklinde ki ince kabuk gövdenin perde aralarına yani delik aralarına zorlanarak geçirilir. Bu süre sonra söz konusu kabuk kurumuş olacağından gevşekliğini kaybederek gövdeyi sıkıca sarar. Böylece bir daha hiçbir şekilde oynama ve kayma olmayıp, bu kiraz kabuklarının da sese uzaktan yakından etkisi bulunmamaktadır.Ağızlık kısmında, yukarıda değinilen ağacın kabuğundan süs olarak geçirilir. Ağızlığın kapağının üst kısmına gövdede uygulanan yöntemle kiraz kabuğu geçirilir. Yine ağızlığın gövdeye geçen kısmına da kiraz kabuğu geçirilir. Bu bir çeşit süs olmakla birlikte kapağın üzerine çıkarılıp indirilerek sesin değişimi de sağlanır. Yani bir tür akort olayı buradan yapılır.Sipsi kılıfı, sipsinin kırılmaması için kalın ve içi boş kargıdan yapılır. Sipsi içine konulduktan sonra içi söğüt veya herhangi bir ağaçtan yapılan mantar şeklindeki tıpa ile kapatılır. Bu tıpanın kaybolmaması için de bir ucu da kılıftan iple bağlanır. Tıpanın üzerine hayvan ve kuş motifleri yapılır. Kılıfın üzerine ise gerek kiraz kabuğu geçirilir, gerekse yine hayvan, kuş ve yöre motiflerini yansıtan süslemeler yakılarak yapılır.Sipsi ile Çalınan Yöre Ezgileri ve ÖlçüleriBatı Akdeniz Bölgesi (Teke Yöresi) halk oyunları ve halk müziği denilince, ağır zeybek oyunlarından çok Teke oyunları, kıvrak zeybek oyunları, sipsi havaları ve gurbet havaları akla gelmektedir. Sipsi ile çalman halk ezgilerinin oyunlu alanlarına "sipsi oyunları" da denilmektedir. Genellikle teke yöresinde sipsi ile çalman ezgilerin ölçüleri dokuz zamanlıdır. Örneğin 9/4, 9/8, 9/16'lık gibi Ancak şunu da belirtmekte yarar vardır 9 zamanlı ölçülerin dışındaki ezgiler de çalınabilmektedir. Yani kısaca sipsinin karakterine ters düşmeyecek yöre ezgileri sipsi ile çalınmaktadır.Teke yöresinde, daha doğrusu sipsinin kullanıldığı bölgelerde karakteristik olarak sipsiye benzeyen (ses olarak) cura bağlamayı gösterebiliriz. Bunun yanında orta boy tambura bağlama, divan bağlama, darbuka, def, sipsiye eşlik eden çalgılardır. Genellikle kabak kemane ile aynı yerde yalnız olarak kullanılmaz. Çünkü ses olarak kabak kemane ile aynıdır.Mahalli sipsi sanatçıları arasında İsmail EVCİL, Mehmet Ali KAYABAŞ, Ömer TOSUN, Hüseyin DEMİR, Erol KANYILDIRAN, TRT Ankara Radyosundan Ferhat ERDEM, İzmir Radyosundan Şahin AKAY sayılabilir. Foto 59 - Kaval ve Sipsi | |
| | | maviş Yönetici
| Konu: Geri: ANTALYA-07 23rd Nisan 2010, 02:46 | |
| b) Kabak Kemane:Kabak kemane geçmişten günümüze kadar otantik görünüşünü korumuş bir halk çalgısıdır. Anavatanı Orta Asya olup, oldukça yaygın olarak kullanılmaktadır. Yörelere göre işlev ve yapı bakımından bir takım farklılıklar göstermektedir.En eski Türk kemençesine "ıklığ" adı verilir. "Ik" ok, "lığ" yay anlamına gelmektedir.Orta Asya ' da bugünkü bağlamanın atası sayılan yaylı kopuz görülmektedir. Türkler kemane ve kemence kültürlerini üç kıta üzerine yaymışlardır. Yeniseyde "Iyık" Altaylarda "Yançak komus", Kırgızlarda "Kıl Kıyak", Türkmenlerde "Gıcak" gibi isimlerle anılmıştır. Azerbaycan'da ise kemanenin benzerine "Kamança" adı verilmektedir. Kamançanm gövde, sarp ve burguları ceviz ağacından yapılmış olup, üzerine geçirilen zar Hazar Denizinde yaşayan “Gelebıcın” adlı balığın derisinden elde edilir. Günümüz Anadolu kemanesi Teke yöresinde yaygın olup, bu sazın kullanımı çok eskilere dayanmaktadır. Yörede bu saza eskiden "İkli" denilirdi. Genelde üç telli olarak kullanılırdı. Bu sazın telleri daha önceden bağırsaktan yapılırdı. Bundan dolayı bu saza "kirişlide" denirdi.Bu yörede sayısı ve kullanımı azalmış bu ailede "tırnak kemane" de kullanılmaktadır. Tırnak kemane tek telden çalınmaktadır. Üst tele geçilmemektedir. Böyle olunca tırnak kemanede ses aralığı fazla olmayan ve daha çok teke havaları çalınmaktadır.Kabak kemane, tırnak kemaneye göre yapı bakımından daha çok geliştiği için orkestralarda rahatlıkla kullanılmaktadır.Teke yöresinin çok yaygın ve içli bir sazı olup, yöre havalarına ve özellikle gurbet havalarına çok iyi kaynamış durumdadır. Kabak kemane yapılırken Su kabağı yukarı doğru incelen boğum altından kesilir ve üzerine yürek zarı veya deri geçirilir. Daha sonra kabağa ağaçtan sap (kol) monte edilir. Kemanenin aslı üç telli olup, daha geniş ses elde etmek için daha sonraları dördüncü bir tel ilave edilmiştir. Kabağın çapının büyük veya küçük olması elde edilecek sesin tiz veya pes olması sonucunu doğurur. İki eşik arası (üst ve alt eşik) normal şartlarda 32-33 cm. uzunluğunda olmalıdır. Ancak derinin az veya çok gergin olması bu uzaklığın değişmesinde etkendir. Şu anda kemanede normal bağlama telleri (çelik ve sırma) kullanılmaktadır. Ancak kemanenin doğal yapısı ile orantılı olarak keman telleri de kullanılabilir. (Foto-61,62) Sazımız at kılıfından yapılmış yay ile çalınır.İyi, kaliteli ve gür ses elde etmek için kıllar üzerine reçine sürülür.Yörede kabak kemane yapım ustaları Burdur'dan Ahmet ÇETİN, İzzet ÇİLOĞLU, Tahsin YARAR, Abdil ACAR, Kemal ERFELEK yöredeki icracıları ise yine Burdurlu Faik İNCE, Ahmet TURGUT, TRT'den Salih URHAN ve İhsan MENDEŞ sayılabilir. Foto 61 - Kabak Kemane ve Yayı Foto 62 - Kabak Kemane ve Yayı c) Kaval: Türk halk sazlarımızdan olan kaval nefesli çalgılar gurubuna girer. Genellikle erik ağacı ve benzeri sert, lifsiz ağaçlardan yapılmaktadır. Kavalın ön yüzeyinde yedi, arkada bir olmak üzere toplam sekiz perdesi (deliği) vardır. Kavaldaki sesler kromatik diziye sahiptir. Yani her perde aralığı yarım sestir. Bu da çeşitli ton ve makamsal ezgilerin kolaylıkla icra edilmesi demektir. Kaval, iki buçuk oktav ses genişliğine sahiptir. Dolayısıyla çeşitli seslerden icralar, göçürmeler (transpoze) mümkündür. Transpozenin veya bulunduğu sesten başka bir sese göçürmenin en büyük dezavantajı komaya sahip ezgilerin icrasındaki güçlüktür. Bu tür ezgilerde enstrüman değişikliği yapmak yani kaval değiştirmek icracının işini kolaylaştırır.Tarihsel gelişimi Etiler'e kadar dayanır. Yapılan arkeolojik kazı çalışmalarında Eti dönemine ait kemikten (Kartal veya uzun kanatlı kuşların kanat kemiğinden ) yapılmış, perde (delik) sayısı üç-dördü geçmeyen kavallara rastlanmış olup bugün Anadolu'nun bazı yörelerinde kullanılan ve "Çığırtma" ismiyle anılan kemik kavallara çok benzemektedir. Ancak çığırtmanın perde (delik) sayısı atalarınınkinden daha çoktur. Çığırtma, Elazığ ve Burdur'da halen kullanılmaktadır. Dilsizdir ve perde sayısı beş önde, bir arkada olmak üzere altıdır. Anadolu’muzda kaval adı altında çeşitli çalgılar bulunmakta ve icra edilmektedir. Genel olarak kavallar dilli ve dilsiz olmak üzere ikiye ayrılır.Dilli kavalların boyu dilsiz kavallara oranla kısa olup iki oktav ses genişliğine sahiptir. Delik aralığındaki sesler tamdır. Bu nedenle dizey ve bemollü parçaların icrası oldukça zordur.Tiz bir sese sahip olup taşıma ve çalma kolaylığından dolayı tercih edilir, özellikle kavala ilgi duyanlar için ilk önce dilli kavallar önerilirOrta öğretim kurumlarında blok flütün yanında halk müziği ezgileri için M.E.B. Talim ve Terbiye Kurulu tarafından söz konusu okullarda kullanılmak üzere bazı özel müzik aletleri yapan mağazalara dilli kaval siparişleri verilmiştir. Buda gösteriyor ki geleneksel halk çalgılarımızdan olan kavalı orta öğretim seviyesinde öğrencilere tanıtmak ve bu konuda bilgilenmelerini sağlamak amacıyla yararlı çalışmalar yapılmaktadır.Dilli kavallardan boy ve perde sayısı olarak dilsiz kavallara benzeyen çeşidine "Horlatmalı Bolu Kavalı" denilmekte olup, Bolu dışında Tokat ve civarında da yaygın olarak kullanılmaktadır. Bu kavalın icrası diğer bütün kavallardan farklılık gösterir. Güçlü bir sese sahiptir ve pes tonların hakimi olduğu hortlatma sesi kullanılır.Halk müziği icralarında genellikle dilsiz kavallar kullanılmaktadır. İcrası oldukça zor olup ,ezgiye kattığı kendine has ses tonundan dolayı tercih edilir. (Foto-60)Dilsiz kavallarla icra edilen bazı ezgiler mevcuttur.Bu ezgiler ancak bu kavallarla icra edilebilir, örneğin "Kara Koyun" havası. Usta bir icracı için Kara Koyun havası, senfonik bir ses gibidir. Bu ezgiye ait hikayeler halk arasında "Suya İndirme Havası" olarak bilinmektedir. Bu ezgilerin icrasında kullanılan kaval, birinci pozisyon olarak adlandırılır. Birinci pozisyon kavallarla genellikle uzun hava açışları çalınır. Kavalın ses perdelerine halk arasında bazı isimler takılmıştır. Bunlar; kara koyun perdesi, dertli hava perdesi, teke zortlatması perdesi gibi. Türk halk müziği icrasında bugün kullanılan kavalın halk arasındaki ismi ÇOBAN KAVALI' dır. Önceleri daha ziyade çoban havaları (ezgileri) icra edilirdi. Ancak günümüzde gerek halk müziği ezgileri, gerekse bazı diğer müzik türlerinin ezgilerinin icrasında kullanılmaktadır. Bu da gösteriyor ki kaval evrensel bir çalgı olma yolundadır. Kaval yapımıyla ilgili teknikleri ilerledikçe ve yapım ustaları arttıkça bu çalgımıza olan ilgide artmaktadır. Bugün Türk Müziği Bölümü olan konservatuarlar da kaval öğrencileri yetişmekte ve bu çalgımızı icra eden bilgili, eğitimli, sanatçılar çıkmaktadır.Foto 60 - Kaval ve Harbiliğid) Bağlama-Cura-Parmak Curası-Üç telli:Tüm Anadolu'da olduğu gibi Antalya'da da bağlama vardır. Orta tel mi telinde karar veren ve üst tel mi'ye çekilen bağlama düzenine yörede 'Avşar Düzeni' denir ve Avşar Beyleri gurbet havası ile Avşar Zeybeğinin düzenidir.Orta telli do'ya çekip, tel do'da karar veren ve üst tel sol olan müstezat düzen ile Tefenni Zeybeği, Basbas Zeybeği gibi repertuar çalınır, ama alt telden itibaren la-re-sol sesleriyle akortlanan bozuk düzen çok yaygındır. Teke bölgesinin en karakter sazı sipsinin yanında mutlaka üç telli ya da parmak curası görülür. (Foto-63,64)Akort yönünden "Avşar Düzeni" daha çok kullanılmaktadır. Bu sazdan çıkan ezgiler, halk müziğinde bulunan ya da bulunması gereken çok sesliliğe güzel bir örnek olup, halk sanatçılarının parmak curasındaki irticalen kullandıkları armonik sesler konservatuarlarda Türk Müziği çok seslendirilmesinde temel alınmaktadır.Parmak cura diğer yöre sazlarına da iyi uyum gösterir. Adı üstünde bu saz, tezene kullanmadan, parmak darbeleriyle çalınmaktadır.Tıskalamalı, vurmalı, döğmeli, taramalı şeklinde çalma şekilleri bulunmaktadır. Parmak cura ile üç telli aynı işlevi görür. Arasındaki fark yapı bakımından üç telli, parmak curadan biraz büyüktür. Burdur Çavdır-KOZAĞAÇ köyünde yaygın olan cura türü dört telli curalardır. İşlevsel bakımdan ve günün şartlarına göre parmak curada birtakım değişiklik yapılmıştır. Tel sayısı yer yer çoğaltılmış, akort durumuna göre sapı kısaltılmıştır, özellikle boğaz havalarında bu sazımız vazgeçilmezdir.Otantik tavırlar, zeybekler, teke havaları ve gurbet havalarında ve özellikle de, cura-sipsi ikilisinde parmak cura (üç telli) başarı ile kullanılmaktadır.Burdur'dan Faik İNCE, Fethiye'den Ramazan GÜNGÖR (Topal Ramazan), Burdur Kozağaçlı Habip ÖZYURT, Çörtenli Hüseyin KARAKAYA, Dirmilli Kadir TURAN bu konuda kaynak sanatçılardır. Foto 63 - Cura Foto 64 - Curae-Zurna: Diğer yörelerde olduğu gibidir. Ancak Trakya'da kullanılan kaba zurna ve Karadeniz'de kullanılan cura zurna Antalya'da görülmemektedir.Açık hava sazı olup özellikle zeybek oyunlarına ayrı bir renk katmaktadır. Yörede çift zurna kullanılırken bir tanesi ana melodiyi çalmakta, diğeri ise dem tutmaktadır.f-Davul-Darbuka-Def-Zilli Maşa Kaşık : Anadolu'nun diğer yörelerinde olduğu gibi bunlar ritm sazlarıdır. Davul açık havada zurnaya eşlik etmekte, çift zurna olduğu zaman da, çift davul kullanılmaktadır. Diğer ritim sazlar ise kapalı mekanlarda diğer sazlara eşlik etmektedirler.Cümbüş-Diğer yörelerimizde karşılaşıldığı gibi olup yalnızca Alanya'da kullanılmaktadır. (Foto-65,66) Foto 65 - Cümbüş Foto 66 - CümbüşKAYNAK KİŞİ VE KAYNAKÇA LİSTESİ1- Ayşe GÜZEL : Elmalı Yuva köyü 1934 Doğumlu okur yazar2- Rahime GÖK : Elmalı Bozhöyük köyü 1950 doğumlu ilkokul mezunu3- Hulbi SAVRAN :Elmalı 1944 doğumlu ilkokul mezunu4- A.Rıza OKUMUŞ : Elmalı Yapraklı köyü 1931 doğumlu okur yazar5- Osman ŞEN(Hocanm Osman): Elmalı Semahöyük köyü 1920 doğumlu eski yazı bilir okuryazar.6- Feriha KOCAKULAK : Ormana/ İbradı7- Osman OSMAN: Ormana/İbradı8- Osman KAPLAN : Esenyurt Köyü /Korkuteli9- Osman Şefik DELİOĞLU : Korkuteli10- Taner EZGÜ, Burdur Folkloru, T.C. Başbakanlık Gençlik Ve Spor Genel Müdürlüğü, 1997/Ankara KAYNAK : Antalya Yöre, Oyun, Müzik ve Kostüm Araştırması - Antalya Milli Eğitim Müdürlüğü | |
| | | maviş Yönetici
| Konu: Geri: ANTALYA-07 23rd Nisan 2010, 03:12 | |
| MASALLAR
Anonim Halk Edebiyatı ürünlerinin halk tarafından en sevilen bir türü de masallardır. Özellikle, okumanın ve yazmanın yaygınlaşmadığı dönemlerde, genellikle geceleri söylenen masallar dilden dile aktarılarak; kısmen de anlatanın çevre ve İnançlarına göre değişikliklere uğrar; kısmen de eski motifler yeni olaylarla beslenir. Efendinin buyruğu, baskısı altında ezilen, haklarını savunamayan eleştirenleyim halk, masallara sığınmıştır. Halk. gerçek olay ve kişilerle ilgili düşüncelerini, yargılarını masallarda dile getirir. Hemen her masalda üstün gelen, haklı çıkan ya küçük kardeş, ya öksüz çocuk ya da halkın simgesi olan Keloğlandır.
MASAL BAŞLANGIÇLARI:
1) Bir varmış, bir yokmuş. Var varanın, söz sürenin, destursuz bağa girenin, habersiz bal yiyenin. Bir at aldım, dur diye. bir tekme vurdu "Geri Dur." diye. Paşa Camisinin minaresini belime soktum borudur diye. Kaplumbağayı havaya savurdum arıdır diye. Bir varmış bir yokmuş.
2) Masal masal mat atar. İki tilki ot satar. Bindim deveboynuna, gittim Halep yoluna. Halep yolu gül pazar; içinde tilki gezer. Tilki beni korkuttu, kulağını burkuttu. Çık çıkalım çardağa, ok atalım ördeğe, ördekbaşını kaldırmış, velvelesini saldırmış. Velvelesi dizinde gönlü vezir kızında. Vezir kızı bal kaynatır; içinde kaş oynatır. Bir varmış, bir yokmuş.
3) Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde, deve tellal, pire berber iken. Ben anamın beşiğini tıngır mıngır sallar iken, uz gittim uz gittim. Dere tepe düz gittim. Çayır çimen geçerek, lâle sümbül biçerek; soğuk sular içerek, ayla ayla bir güz gittim. Bir de dönüp ardıma baktım ki, ne göreyim? Gide-gide bir arpa boyu gitmemiş miyim? Natal - matal martaval, işte size duyulmadık bir masal.
YUSUFÇUK MASALI
Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde. Orta halli zengin, ne fakir bir köylünün bir kızı ve bir de oğlu varmış. Çocukların ikisi de çok sevimli şeylermiş. İki kardeş analarının hazırladığı azığı bellerine bağlar, düşerlermiş koyunların ardına. Koyunları gütmek için her gün ayrı yönlere giderlermiş. İki kardeş birbirlerini çok sever, birbirlerini hiç incitmezlermiş. Babaları oldukça kaba bir adammış, Çabuk sinirlenir, çocuklar en küçük bir kusur işleseler, eşek sudan gelinceye kadar çocuklara sopa atarmış.
Günlerden yine bir gün iki küçük kardeş koyunlarını köyden çok uzak bir yerde otlatıyorlarmış. Öğle zamanı, gelince, analarının yaptığı katmeri yiyip başında oturdukları pınardan buz gibi suyu içtikten sonra kızcağızın uykusu gelmiş.
"Yusuf", demiş kardeşine. Benim çok uykum var. Azıcık yatayım mı?
"Olur demiş Yusuf. Uzanıvermiş kabaardıcın koca gölgesine. Uzanması ile uyuması da bir olmuş. Yusuf küçük çakısı ile yeni bir sipsi yapmaya uğraşıyormuş. Yapmaya çalıştığı sipsi iyi ses vermeyince Yusuf kargı aramaya çıkmış. Kardeşi ve koyunlardan uzak bir yerde kargıları bulmuş, fakat aradan da bir hayli zaman geçmiş.
Yeni yaptığı sipsisini neşeli neşeli çalarak kardeşinin yanına dönen Yusuf, ne görse beğenirsiniz? Koyunların yerinde yeller esiyor. Hemen kız kardeşini uyandırmış. İki, kardeş başlamışlar koyunları aramaya.
Nereye gittilerse koyunları bulamamışlar. Hava kararmaya başlayınca, koyunları bulmaktan iyice umutları kesilmiş. Yüksek bir kayanın üzerine oturup, başlamışlar ağlamaya. Koyunları bulmadan eve dönelerse babaları onlara neler yapmaz ki?
İki kardeş düşünüp taşınmışlar ve ellerini açarak Ulu Tanrı'ya şöyle dua etmişler.
"- Büyük Allahım, bizi iki kuş yapın da, hem babamızın dayağından kurtulalım, hem de koyunlarımızı arayalım. Tam dualar, bitince Allah onların bu dualarını kabul edip ikisini de birer kuş yapıvermiş. Halk da bu kuşlara Yusufçuk ismini vermiş. İşte Yusufçuk, kış gecelerinde öten, birbirine seslenen bu iki kardeştir. O gün bu gün, iki kardeş bazen koyunları arar dururlarmış.
- Yusuf, koyunları buldun mu? Bulamadım, sen buldun mu?
Kaynak Kişi: Cevat UYANIK
Elmalı'dan Masallar:
BIYIK BALTA VE ŞEHZADE Derleyen: Hüsnü YILDIZ (Anlatan: Yalnızdam Köyünden Mehmet Ertuğrul, 61 yaşında. Derleme tarihi: 5 Ocak 1957)
Evvel zaman içinde kalbur saman içinde, cinler cirit oynarken eski hamam içinde bir padişah varmış. Büyük başın büyük derdi olur derler. Bu Padişahın da bir derdi varmış. Şu geçici hayat zehir olmuş kendine. Şu dar dünya zindan mı zindan olmuş padişaha. Ne dersiniz ne idi bu padişahın derdi acaba? Kendinizi hiç yormayın ben söyleyivereyim;
Padişahın iki gözü de görmez imiş. Göz görmez olurda hayat olur mu hiç? Onun hayatı, hayat değilmiş işte.
Başvurmadık hekim, kullanmadık ilâç kalmamış. Kalmaya kalmamış ya bir türlü de iyi olmamış. Küsmüş hayata, küsmüş dünyaya. O, hayata küsmekte olsun günlerde bir gün o kente bir dervişin yolu düşmüş. Söz sözü açmış, söz dönmüş dolaşmış padişahın durumuna gelmiş. Derviş "Kolay o, kolay o" demiş. Meğerse derviş padişahın gözünün nasıl göreceğini, hangi merhemin iyi geleceğini bilirmiş. "Beni Padişaha götürün" demiş derviş. Padişaha haber vermişler. "Dervişi huzuru alın" demiş Padişah. Derviş huzura alınmış. Padişah: "Söyle bakalım derviş baba. Gözüm nasıl görecek, gözüme hangi ilâç merhem olacak?" demiş. Derviş "Denizde bir balık vardır padişahım, bu balık diğer balıklara benzemez. Altın gibi sarı, gümüş gibi parlak. Sözün kısası güzel bir balıktır. Bu balık tutulacak, havanda döğülerek bir merhem yapılacaktır. Yapılan merhemden bir parça alıp gözlerinize sürerseniz, gözleriniz derhal görecektir" demiş ve sonra sırra kadem basmış. Padişah "Ne dilersen dile benden Derviş Baba!" demiş ama vezirler "Derviş sırra kadem oldu haşmetlim." diyerek Padişahın sözünü kesmişler. Padişah Dervişin Hızır olduğunu anlamış. Vezirlerine: "'Çağırın oğlumu!" diye emir vermiş. Şehzade huzura çağrılmış. Padişah. "Oğlum, demiş Şehzadeye. Denizde hiç bir balığa benzemeyen bir balık varmış. Bu balığı tutar havanda döğer bundan yapılan merhemden gözlerime sürersem derhal görecekmişim. Tez elden emir ver, bu balığı tutsunlar, tutanlara hediyeler vereceğimi halka ilân et." Bunu duyan şehzade "Baş üstüne babacığım, derhal!" demiş ve huzurdan ayrılmış.
Şehzade yurdun dört bir tarafına ulaklar salmış. Balığın eşkâlini tarif ettirmiş halka. Haberi alan halk adeta sevinçten bayram yapmış. Bir taraftan Padişahlarının gözleri gö*recek, bir taraftan da balığı tutarlarsa büyük bahşişler alacaklar. "Balığı tutan ben olayım" gücüyle elleri kolları sıvayıp açılmışlar denize. Günlerce uğraşan binlerce balıkçı bir türlü tarif edilen balığı tutamamışlar. Bugün tutarız, yarın tutarız hülyalarıyla gece gün*düz kürek çekip, ağ atmışlar, olta sallamışlar heyhat bir türlü balık yok. Yok olunca da ne yapsınlar ümidi kesmişler. Halk ümidi kesedursun biz gelelim Saraya Padişah "Allah büyüktür bir gün olur oltanın birinde çıkıverir, ağlardan birine takılıverir" dermiş. Hakikaten öyle olmuş. Tam ümitlerin kesildiği, herkesin matemlere daldığı bir günde tarif edilen balık, ihtiyar, fakir bir balıkçının ağına takılmaz mı? Bu öyle bir balıkmış ki balıkçının sevinçten aklını başından almış. Koşmuş balıkçı şehzadeye Şehzade balığı görünce hayretten gözleri fal taşı gibi açılmış. Nasıl açılmasın ki balığın pulları altın gibi sarı, gümüş gibi parlak, gözleri mavi mavi. Kıyılıp ta havanda döğülecek bir balık değilmiş meğer. "Ne yapsam, ne yapsam" diye kararsızlık içinde kalmış Şehzade en sonunda içinden bir ses gelmiş: "Bu güzelim balığa nasıl kıyılır, bundan iyi olacak gözler iyi olmayıversin, bundan görecek gözler görmeyiversin, Sal balığı!" Bütün gücü kayboluvermiş Şehzadenin. Sanki büyülenmiş. Elleri gevşemiş, gevşemiş ve balığı salıvermiş. Balık suya cup düşüp kaybolmuş.
Şehzade saraya dönünce Padişah babasının yanına koşmuş. Babası sevinçle "Getirdin mi? balığı oğul?" demiş. Şehzade;
"Babacığım, babacığım beni affet! Balık o kadar güzel, o kadar güzeldi ki kıyılıp ta havanda dövülecek balık değildi. Kıyamadım atıverdim onu." diyebilmiş ve olduğu yere yığılıvermiş. Gazaba gelen Padişah; "Demek balık benden kıymetli, gözüm iyi olmayıversinmiş. Defol karşımdan, senin gibi evladım yok benim artık!" diye bağırıp çağırmaya başlamış.
Şehzade kulağı kuyruğu kısıp sıvışmış huzurdan. Maiyetine bir hizmetçi alarak başını alıp gurbet ele revan olmuş. Kâh yürürler, kâh bir pınar başında biraz dinlenerek epeyce yol almışlar. Dinlenme sırasında hizmetçi yemekleri hazırlarmış. Şehzade sofraya oturur ve uşağa "haydi bakalım sen de gel!" dermiş. Hizmetçi de hacetli imiş ki hemen sofraya Cezayir dayısı gibi kurulurmuş. Şehzade ise buna kızar 'böyle uşak olmaz" dermiş içinden. Buyur etmeyiversin diyeceksiniz ama Şehzade de bir onu yapamıyormuş işte. Ne olursa olsun buyur edermiş herkesi. Buyur dermiş ama kimsenin de sofraya oturmasını istemezmiş. Yanındaki uşak bir türlü durumu ya anlamazmış yahut ta işine öyle gelirmiş. Bir böyle İki böyle derken sonunda dayanamamış, uşağı başından savmış. Ve yola yalnız başına devam etmiş. Hem yoluna devam eder, hem de rast geldiği köylerden, kasabalardan kendine yarayışlı bir uşak ararmış. Fakat gönlünden geçirdiği uşağı bir türlü bulamazmış. Derken epeyce köyler, kentler geçmiş sonunda karşısına civa gibi bir adam çıkmış. "Ben sana uşak olurum" demiş Şehzadeye. Şehzade de beğenmiş adamı. Uşak olarak almış yanına. Bu adamın "Balta Bıyıkmış adı. Şehzadenin kıyamayıp denize salıverdiği babasının ondan yapılacak merhemle gözlerinin göreceği, onun yüzünden diyarı gurbete çıktığı ve bu meşakkatlere katlanmasına sebep olan altın renkli, gümüşleyin parlak, mavi gözlü o güzelim balık yok mu? İşte Balta Bıyık Onun ta kendisi imiş. Şehzadenin yaptığı iyiliği bir türlü unutamamış meğer. Şehzadenin bir uşağa ihtiyacı olduğunu anlayınca koşmuş ona uşaklığa Şehzadenin "Balta Bıyık"ın ne olduğunu denize salıverdiği balığın insan olacağını nereden bilsin. Gaipten bilici değilmiş ki uşağının neyin nesi olduğunu anlasın? Uşak mı uşak demiş ve almış yanına o kadar.
Şehzade ve Balta Bıyık yollarına devam etmişler. Yoruldukları yerde dinlenmişler. Dinlendikleri yerde yollarına devam etmişler. Derken bir hana rastlayıp orada konuklamışlar. Balta Bıyık hemen sofrayı hazırlayıp efendisini buyur etmiş.' Şehzade "Balta Bıyık sen de gel" demiş fakat Tanrıdan olsa da' gelmese demiş içinden. Balta Bıyık "Buyurun efendim, afiyet olsun " demiş; Şehzade bir "oh çekmiş içinden: "Aradığım uşağı yeni buldum" diye. Şehzade huzur içinde yemeğini yemiş; Biraz sonra da yatak odasına geçip güzel bir uykuya dalmış. Vakit gecedir. Balta Bıyık silahlarını alıp nöbete geçmiş. Buna sebep ne diyecek olan olur. Cevabını verelim. Han cinlerin ve perilerin yatağı imiş. Hana gelen yabancılar diri girer ölü çıkarmış. Çünkü yabancılar bu hanın cinlerin yurdu olduğunu bilmezler ve destursuz girerlermiş hana. Buna kızan cinler de gece toplanırlar hana gelen konuklan boğarlarmış Balta Bıyık bunu bildiği için nöbete geçmiş. Şehzadeye bir zarar gelmesin diye. Filvaki dediği de olmuş: Gece yarısı olunca cinler toplanmaya başlamışlar hanın önündeki meydanlığa. Hepsinin toplandığı kanaatına varan Balta Bıyık nişan alıp boşaltmış silahı cinlere. Cinler darmadağın olmuşlar fakat içlerinden biri, cinlerin başı vurulmuş. Ve bir kara keçe oluvermiş "Artık uyuya bilirim" demiş Balta Bıyık. Yatağına uzanmış, rahat bir uykuya dalmış.
Sabah olunca Şehzade uyanmış, etrafına şöyle bir göz atmış. Hanın ön tarafındaki meydanlıkta bir kara keçe şeklinde bir yığıntıya gözleri ilişmiş. Hayretle "Bu da nedir?" demiş içinden. Sonra;
"Balta Bıyık. Balta Bıyık demiş bu kara keçe nedir?" Balta Bıyık;
"Gece göçebeler konukladı belki onlardan kalmıştır" diyerek Şehzadeye durumu çaktırmamış. Hazırlanarak tekrar nereye varacağı belli olmayan yollarına revan olmuşlar. Az gitmişler uz gitmişler, dağlar aşıp, ovalar geçmişler günün birinde bir büyük kente vasıl olmuşlar. O kentte bir dünya güzeli varmış. Ona kim talip olursa zifaf gecesine diri girer ölü çıkarmış. Bizimkilerin vardıkları zamanda "Yok mu talip!" diye tellallar çağırıyormuş. Balta Bıyık ileri atılmış "Biz varız!" diye. Şehzade önce şaşırmış ve kabul etmemişse de sonra kabul etmiş. Akşam olunca dünya güzeli ile Şehzadeyi gerdeğe katmışlar. Balta Bıyık kapıyı sağdıç olarak beklemiş. Onlar derin bir uykuya dalınca Balta Bıyık anahtar deliğinden gözlemeğe başlamış. Acaba taliplerin ölümüne sebep nedir diye. O anda bir evran kızın ağzından çıkmaca başlamaz mı? "Tamam demiş Balta Bıyık, ölüme sebep budur. Talipleri bu evran sokup öldürüyor" Nişan alıp boşaltmış silâhı evrana. Evran derhal ölmüş. Koşmuş
Balta Bıyık evranı çekip almış. Çıkarken evranın kuyruğu Şehzadenin yüzüne dokunuvermiş. Şehzade sıçrayarak uyanmış. Balta Bıyık'ı görünce "Ne var Balta Bıyık, nedir yüzüme dokunan o soğuk şey?" bir şey olmamışçasına ". Bir şey yok efendim, kedi sırçayıverdi de onu dışarı çıkardım" demiş Balta Bıyık. Şehzade tekrar dalmış uykusuna. O, uyumakta olsun Batta Bıyık tekrar beklemeğe başlamış. Ne durur durmaz bir evran daha çıkmağa başlamış kızın ağzından, Hemen nişan almış ve tetiğe basmış Balta Bıyık. Fakat tüfek ateş almamış. Bir daha, bir daha tetiğe basar amma bir türlü ateş aldıramamış tüfeğe. Bakmış ki yılan Şehzadeyi sokacak, aniden kararı vermiş. Bıçağı çekip fırlatmış yılana. Bereket versin ki bıçak yılanın tam can evine tesadüf etmiş de yılan derhal ölmüş. Değilse Şehzade de diri girecek zifaf gecesine ölü çıkacaklardan olacakmış. Yılanın öldüğünü gören Balta Bıyık, koşmuş yılanı çıkarmış kızın ağzından. Götürürken aksilik olacak ya yine yılanın kuyruğu bu sefer de Şehzadenin burnuna dokunmaz mı? Sıçrayıp kalkmış Şehzade.
"Aman Balta Bıyık, bu da nedir?" demiş. Balta Bıyık: "Yok birşey efendim fare atlayıverdi de" demiş. Şehzade tekrar uykusuna dalmış: Balta Bıyık ta nöbetine geçmiş. Sabaha kadar beklemiş ama bir yılan daha çıkmamış, Sabah olunca halk yollara, meydanlara, akın etmiş, durumu öğrenmek için. Bakmışlar ki Şehzade sağ. Hayretten ağızları açık kalmış, Şehzade, Dünya Güzeli ve Balta Bıyık şehre elveda deyip yollarına revan olmuşlar. Git bunda gel bunda derken bir pınar başına varmışlar. "Azıcık dinlenelim" demişler. . Bu sırada Balta Bıyık: "Eeee! Şehzadem demiş şimdiye değin hiç ses çıkarmadan, sen de aldır*madın. Bu kadar vurdumduymazlık olmaz: Bu kadın ikimizin olacak" Şehzade: "nasıl olur, Balta Bıyık? Lazımsa al senin olsun." demişse de o, "Olmaz illâki ikimizin olacak diye tutturmuş. Sonunda da Şehzade hık mık etmeye başlayınca "Yo, o kadar değil deyip kızı tuttuğu gibi baş aşağı etmiş ve kızı silkmeğe başlamış. Bu o kadar kısa bir zamanda olmuş ki Şehzade de ne yapacağını şaşırmış, Kız da tir tir titremeğe başlamış kız: Balta Bıyık silktikçe kız tamamen korkmuş ve ağzından bir torba "Pat!"deyip düşmüş. Balta Bıyık koşup torbayı açmış bakmış ki durum çok fena. Torbanın içi evran, yılan yavrularıyla doluymuş: Şehzadeye işaret ederek: "İşte Şehzadem çıkarmak istediğim şu melunlardı. Bunların büyüklerini gerdek gecesinde öldürdüm Bu güzelin talipleri öldürdüğüm evranlara kurban gitmişlermiş. Muhakkak siz de onların akıbetine uğrayacaktınız: Fakat ben meydan vermedim. İlkinde kedi atladı diye size çaktırmadım. Sonrakinde fare atladı diyerek durumu sezdirmedim. Düşündüm taşındım bunların gerisi de vardır diye. Ne yapayını da gerisini çıkarsam dedim ve sonunda biraz önceki usule başvurdum. Görüyorsunuz ya Dünya Güzelinde zerre kadar da olsa gözüm yok. Zaten olamaz da. Çünkü iyilik edene kemlik mi edilir? Siz benim hayatımı kurtardınız, bağışladınız. Ben de bu iyiliğinize karşılık şükran borcumu ödedim. Haydi dostum, ülkeniz, ' anneniz, babanız sizi bekliyor. Bir millet sizi bekliyor. Lütfen şu pulu alınız. Padişah babanızın gözlerine sürünüz, o zaman göreceksiniz babanızın gözü derhal açılacak ve görecektir, demiş pulları Şehzadeye vermiş. Sonra da: "Alik bilmezse balık bilir" demiş ve sırra kadem olmuş.
Şehzade ve Dünya Güzeli bu olay karşısında donup kalmışlar. Neden sonra akılları başlarına gelmiş. Birbirlerine sarılmışlar. Bilmem ne kadar zaman geçmiş. Sonra neşe için de memleketlerine dönmek üzere yollarına revan olmuşlar. Günlerce yol tepmişler. Yoruldukları yerlerde dinlenmişler, dinlendikleri yerde yollarına devam etmişler. Derken günün birinde ülkelerine gelip ana ve babalarına kavuşmuşlar. Balta Bıyığın verdiği pulu Padişahın gözlerine sürmüşler. Pul gözlere değer değmez Padişahın gözüne, gönlüne bir ışık huzmesi doluvermiş. Yeniden umut dolu bir hayat başlamış padişahta.
Bu hayırlı haberi duyan bütün ülke sevinmiş, düğün bayram yapmışlar. Bu sevinçli, mutlu günlere bir gün daha eklenmiş. O da Dünya Güzeli ile Şehzadenin düğünleri. Padişah oğlu ile gelinine kırk gün kırk gece devam eden bir düğün yaparak onları da muradlarına erdirmiş. Onlar ermiş muradına biz çıkalım kerevetine. | |
| | | maviş Yönetici
| Konu: Geri: ANTALYA-07 23rd Nisan 2010, 03:13 | |
| FATMA ABLANIN KIZI
Derleyen: Hüsnü YILDIZ (Anlatan: Serik ilçesinin Zaimler Köyünden Şükriye Yıldız. 42 yaşında. )
Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde, Cinler cirit oynarken eski hamam içinde, bir ana, birde kızı varmış. Kümes gibi evlerinden başka bir şeyleri yokmuş. Herkes düzünür, koşunur düğüne, hamama gider, o zavallı kızcağız hiç bir yere gidemezmiş. Gitse bile kapı dışarı kovulurmuş. Bir gün böyle, iki gün, üç gün böyle derken kızcağız dayanamamış. Anasına:
"Bana bir kat uruba bulacaksın. Ben düğün hamamına gideceğim." diye cıdayı dikmiş. Anası:
"Kızım ben urubayı nereden bulayım." demiş ise de O, aldırmamış. "Bulacaksın" dermiş de başka birşey demezmiş. Çaresiz kalan ana da, mahalleyi kapı kapı dolaşmış. Her birinden bir şeyler alarak kızını süslemiş. Kız urubaları giyip, altınları takınınca olmuş bir hanım. Güzelliğine, kibarlığına diyecek yok. İşler böylece yolunda olduktan sonra hamama yollanmışlar. Artık O'nu kimse kovamayacak, tellâklar hanım hanım diye yıkayacaklar. Kızdaki sevince payan yok. Kız bu güzel hülyalar içinde hamama varmış. Hamamcı: "Buyurun hanıme*fendi!" diye karşılamış. Tellaklar güzelce yıkamış kokular sürmüş. Şenlikler yapılmış. Derken kız, bir bey hanımıyla ahretlik olmuş. O memleketin âdeti herkes hamama bir yiyecek getirir, eşiyle dostuyla onu yerlermiş. Eğlence bittikten sonra yemek yemeğe başlanılmış. Herkes tepsi bohçalarının bağını çözmeğe başlamış. Beyin hanımı da uşaklara boğaça tepsisini getirtmiş. Fatma Abla'nın kızının canı sıkılmış. Anasına:
"Fatma abla bak bakem, bizim bey daha gelmemiş mi, boğaça tepsisi gönderecekti. Ne tuttu, canım böyle gecikilir mi?" diye söylenmeğe başlamış. Bey hanımı:
"Üzülme cancağızım! zararı yok. Bugün bizden yeriz, yarın sizden." demiş. Kız ise:
"Nasıl olur ahretliceğizim, nasıl olur?" diye ayak diretmiş. Bey hanımı ondan daha inatçı olmalı ki kızı yatıştırmış. Yemeği beraberce yemişler. Gülüşüp, eğlenmişler. Vakit gelince giyinmişler. Bey hanı*mı hamam ücretini vermiş. Kız da parayı vermek için çantaya el atmış. Bir de bakmış ki çanta yok. Fatma Ablaya çıkışmış. "Gördün mü Fatma Abla yaptı*ğını. Bey tepsiyi getirmeyi unutsun, sende para çantasını almayı unut. Bu affedilecek şey mi? Koş çantayı getir!" demiş. Anası:
"Hanımcığım, bir daha yapmam. Olmuş, bir kere. Hemen getiririm!" diye yalvarmağa başlamış. Başlamış ama onu dinleyen kim. Kız hâlâ kendi söylediğini bilirmiş. "Daha burada mısın, koş. Nedir bana yaptıklarınız. Böyle şeyi bir daha istemem. Bu kulağına küpe olsun, salla dur." diye çırpınır, kendini yermiş. Bunu gören bey hanımı "Zararı yok hanımcığım, kederlenme. Olur böyle şeyler. Ben vereyim. Fatma Ablayı yorma.» demiş ise de kız bir türlü kabul etmezmiş. O etmeye dursun, bey hanımı onun parasını da vermiş. Kız:
"Olmaz" demiş ise de Bey Hanımı: "Niçin olmasın canım demiş. Bugün benden, yarın senden.". Sonra hamamdan çıkmışlar. Çıkmışlar ama Fatma Ablanın kızı, bey hanımını bırakır mı hiç? "İllâ bize gideceğiz." diye tutturmuş. Hanım:
"Yapma hanımcığım, başka zaman gidelim. Şimdi olmaz." demiş. Öteki ise: "Çare yok. Ölsem de bugün seni bırakmam." demiş. Bey hanımı ne kadar yalvarmış ise de fayda vermemiş. Ne yapsın. "Peki" demiş. Kız anasına:
"Fatma abla yürü bakalım." demiş. Onlar önde, Fatma Abla arkada yürümeğe başlamışlar. Konuşa konuşa bir sarayın karşısına gelmişler. O esnada saraydan bir cenaze çıkmasın mı? Hemen Kız: "Abu kardeşim! Abu kardeşim! Bu da mı geldi başıma?." diye saçını başını yolmıya başlamış. Bey hanımı neye uğradığını bilememiş. Yerinde donup kalmış. Nice zaman sonra aklı başına gelmiş. Güzelce oradan sıvışmış. Meğerse ölen Beyoğlunun hanımı imiş. Ölen hanımın da başka bir diyarda kız kardeşi varmış. Saraydakiler o kargaşalıkta bayılan kızı kaldırıp ayıltmışlar. Onu Beyoğlunun baldızı sanmışlar. Kız da habire:
"Yeni geldim. Kardeşim içime sinmedi. Salın beni, kardeşimi bir kere göreyim. Kardeşim, kardeşim!" der de ağzından bir daha "kardeşim!" çıkarmış.
Ertesi gün kız gitmek için hazırlanmış. Beyoğlu salmamış. O gün öyle geçmiş. Kızın iki gözü iki pınar olup, akmış. Üçüncü gün yine salmamışlar. Derken aradan epeyce gün geçmiş. Sarayda fiskos başlamış. Bu kız neye gönderilsin. Beyoğlu bunu alsın.» diye. Günlerden bir gün bu sözler Beyoğlu'nun kulağına gelmiş. O da bunun doğru olacağını düşünmüş. Sırası gelince anasına danışmış. Anası da: "Hayhay oğlum, sen ne dersen o olur." demiş. Kızı da çağırmışlar. Onun fikrini de almışlar. Her iki taraf kabul edince düğün hazırlığına başlamışlar. Hazırlık tamam olunca dü*ğüne başlamışlar. Kırk gün kırk gece düğün yapıp, evlenmişler. Kız da bir fırsatını bulup, anasıyla komşulardan aldığı emanetleri gönderip sahiplerine verdirmiş. Aradan aylar geçmiş. Kız bir boy aynasının karşısına geçmiş. Kendi güzelliğine, ihtişamına, zenginliğine bakarak başından geçen olayları anlatmaya başlamış.
"Dün ne idim, bugün ne oldum, 'Tavuk kümesi gibi bir evimiz vardı. Herkes giyinir, kuşanır hamama gider, bense gidemezdim. Gitsem bile kapı dışarı edilirdim. Bir gün komşulardan elbise, altın topladım. Onları giyinip hamama geldim. Hamamda bir bey hanımı ile ahretlik oldum. Herkes boğaca tepsilerini açıp yemeğe başlayınca ben de yalandan;
"Bu bey ne tuttu, boğaça tepsisi gönderecekti» diye söylenmeğe başladım. Ahretliğimin ısrarı ile onun tatlısını yedim. Hamam parasını bir oyunla ona verdirdim. Hamamdan çıkınca onu evime götürecektim. Sanki evim var gibi O;
"Gitmem" dedi razı ettim. Giderken bu saray karşıma çıktı, içinden bir de cenaze. Ölenin Beyoğlu'nun hanımı olduğunu anladım. Kardeşim diye yalandan ağlayıp dövünmeye başladım. Şimdi de Beyoğlu ile evlendim. Ne idim, ne oldum. Hey gibi talih hey!" demiş. Bir de dönüp arkasına bakmış ki kaynanası sedirde oturuyor.
"Abu anacığım! Uzat dilini bir kerecik öpeyim." diye kaynanasının üzerine atılmış. Kaynanası:
"Zararı yok kızım, böyle şeyler olur." demiş ise de gelin;
"illâ öpeceğim." diye ısrar etmiş. Kaynana da dilini çıkarmış. Gelin dilini öpeceğim diye eli ile tutup çekivermiş. Beyoğlu gelince gelin: "Beyim çabuk gel anneme bir hal oldu" demiş. Beyoğlu gelip bir de bakmış ki annesinin dili bir karış uzamış, konuşamıyor. Hemen doktoru çağırmışlar. Doktor gelmiş. Beyoğlu'nun anası; "Gelin yaptı" demek için bir takım sesler çıkarır, bir takım işaretler yaparmış. O sırada gelin: "Bak bey ağam, şurası da gelinimin, şurası da gelinimin" diyor dermiş. Doktor hastayı muayene edince vaziyeti anlamış. Fakat karşıdan gelin işaret etmiş. Para göstermiş. Parayı gören doktor: "Öksürürken boğulup dili uzamış." diye rapor vermiş. Doktor giderken geline işaret etmiş. "Hani bizim para" diye. Gelin de: "Hıh" demiş. Ben sana para göstermedim, pantolonunun arkası delik dedim" diye cevap vermiş. Bu sözü işiten doktor neye uğradığını, ne yaptığını bilememiş. Kulağı kuyruğu kısıp gitmiş. Beyoğlu'nun anası az sonra ölmüş. Koskoca saray Fatma Ablanın kızına kalmış. Fatma ablayı da güya hizmetçi diyerek saraya almış. Zevki sefa içinde 'yaşamağa başlamışlar. Bir gün gelmiş o da ölmüş, ölür dünyada yaptıklarının cezasını çekmiş.
FESLİKANCI KIZ
Derleyen: Hüsnü YILDIZ (Anlatan: Serik İlçesinin Zaimler Köyü'nden Şükriye Yıldız. 43 yaşında. )
Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde develer top oynarken eski hamam içinde. O yalan, bu yalan, eşeğe vurdum kolan, bizim sözün hepsi de yalan. Yalan olmaya yalan ya, bir kerecik de siz dinleyin. Dinlemek de sevapmış. Bir varmış, bir yokmuş bir Feslikancı kızı ile bir de Beyoğlu varmış. Feslikancı kızı altın nalınlarını giyer, tıkırık fışşık, tıkırık fışşık bir o yana, bir bu yana salına salına köşke çıkar feslikanları sularmış. Feslikancı kızının köşkünün karşısında Beyoğlu'nun konağı varmış. Beyoğlu hergün pencereye gelir, Feslikancı Kızı'nın köşke gelişini, feslikanları sulayışını seyredermiş. Birgün böyle, iki gün böyle, kısacası, Allahın her günü böyle, derken günlerden bir Feslikancı Kızı yine köşke feslikanları sulamaya çıkmış. Beyoğlu da pencereye gelmiş. Beyoğlu: - Kız Feslikancı kızı, Feslikancı kızı. O feslikanlan sularsın, ekersin yaprağı kaçtır bilir misin? Demiş. Feslikancı kızı, hiç ağzını açmayarak eve dönmüş. Dadısına Beyoğlu'nun söylediklerini anlatıvermiş Dadısı da: - Hiç merak etme kızım sen, onun kolayı var. Sen feslikanlan sulamaya çıkınca O, yine sana O sözü söylerse sen de ona dersin ki: «Sen de bir Beyoğlusun, okursun, yazarsın: gökte yıldız kaçtır bilir misin?» Bakalım O, cevap verebilecek mi? demiş. Ertesi gün Feslikancı kızı, ayağına nalınlarını giyip, tıkırık fışşık ettirerek feslikan köşküne çıkmış. Kızı gören Beyoğlu da, pencereye gelmiş. Kıza: - Kız Feslikancı Kızı, Feslikancı Kızı! O fesli kanlan sularsın, ekersin yaprağı kaçtır bilir misin? demiş. Kız da dadısının söylediği söz aklına gelerek. - Sen de bir Beyoğlusun. Okursun, yazarsın gökte yıldız kaçtır bilirmisin? demiş. Beyoğlu ne yapacağım şaşırmış. Kulaklarına kadar kızarmış. - Vay canına be! Ben sana sorarım. Demiş içinden. Sonra pencereden çekilip gitmiş. Kız ise feslikanlan neşeli neşeli sulamış ve sonra eve dönmüş. Beyoğlu, günlerce düşünmüş taşınmış «Kızdan öcümü nasıl alayım» diye. Nihayet aklına kızın en çok neyden hoşlandığını öğrenmek gelmiş. Araştırmış soruşturmuş, öğrenmiş ki, kız en çok balık etini severmiş. «Güzel» demiş. Birkaç torba balık almış, bir katta balıkçı elbisesi yaptırmış. Yaptırdığı el*biseleri giymiş, balık torbalarını omuzuna almış. Feslikancı kızının evine yaklaşınca: - Balıkçı! Balıkçı geldi! Taze, taze balıklar!, diye bağırmaya başlamış. Balık sesini duyan dadı kıza koşarak: - Hanım! Hanım bak balıkçı gelmiş! demiş. Kız da: - Çağır bakalım nasıl balıkmış görelim, demiş. Dadı koşmuş, balıkçıyı çağırmış. Kaça sattığını sormuşlar. Ba*lıkçı: - Bir şeftaliye! cevabını vermiş. Dadı Hanımını yanına çekerek: - Ne olur hanımcığım bir şeftaliden. Kapının ardında veriverirsin olur biter demiş. Kız da balıkçıya kapının ardında bir şeftali vermiş, balıkları almış. Balıkçı da çekip gitmiş. Ertesi gün Feslikancı Kızı, feslikanlan sulamak için köşke çıkmış. Beyoğlu da pencereye gelmiş: - Kız Feslikancı Kızı, Feslikancı Kızı! O fesli kanlan ekersin, sularsın yaprağı kaçtır bilir misin? demiş. Kız da: - Sen de bir Beyoğlusun! okursun, yazarsın gökte yıldız kaçtır bilirmisin? demiş. Beyoğlu: - Haydi kızım haydi! Bir torba balığa bir şeftali veren değil misin? demiş. Kız bunu duyunca kurşunla vurulmuşa dönmüş. Çabucak eve dönmüş. Beyoğlu ertesi gün tekrar pencereye çıkmış, fakat kız gelmemiş. Saatlerce beklediyse de bir türlü kız feslikanlan sulamaya gelmezmiş. Diğer gün*ler gelir diye ümit etmiş ise de yine gelmemiş. O güzel feslikanlar susuzluktan sararıp solmuşlar. Birçokları da kurumuş. Bir taraftan da Beyoğlu feslikanlar misali sararıp solmuş. Çünkü kıza âşıkmış. Onu görmese edemezmiş. Feslikancı kızı feslikanları sulamaya gelmeyince onu, göremez olmuş. Göremeyince de hasretine dayanamayarak hastalanmış. Birçok doktorlar getirtmişler, bir türlü çaresini bulamamışlar. Gel bunda, git bunda derken hastalık geçeceği yerde hiç hiç artmış. Feslikancı kızı dadısının tavsiyesi üzerine bir doktur urubası diktirmiş. Urubayı giymiş. Beyoğlu'nun konağına yaklaşaraktan: - Doktorum, zarrafım, her dertlere dermanım, her şeylerden anlarım. diye bağırmaya başlamış. Bunu duyan hizmetçiler Beyoğlu'na haber vermişler. Beyoğlu da: - Getirin diye emir vermiş. Hizmetçiler doktoru eve almışlar. Beyoğlu'nun odasına götürmüşler. Doktor Beyoğlu'nu muayene etmiş. Sonradan Beyoğlu'na: - Bunda korkulacak bir şey yok. Hamama gireceksin. Kıçınıza nişadır soğanı sokacağız. Yirmi dört saat terleyeceksin, sonra da nişadır soğanını alacaksın. Bunu yaptıktan sonra bir şeyiniz kalmaz, demiş. Hamama katmışlar, kıçına nişadır soğanı sokmuşlar. Doktor işini bitirince evine dönmüş. Aradan yirmidört saat geçince Beyoğlunu hamamdan çıkarmışlar. Öcünü alan Feslikancı kızı, feslikanları sulamaya çıkmış. Feslikancı kızının köşke çıktığını gören Beyoğlu, sendeleyerek pencereye gelmiş. Sabredemeyerek kıza: - Kız Feslikancı kızı Feslikancı kızı! O feslikanları ekersin, sularsın yaprağı kaçtır bilir misin? Demiş. Feslikancı kızı da: - Sen de bir Beyoğlusun! okursun, yazarsın gökte yıldız kaçtır bilirmisin? demiş. Beyoğlu da: - Haydi kızım haydi; bir torba balığa bir şeftali veren değil misin? demiş. Kız da: - Haydi oğlum haydi! Kıçına nişadır soğanı sokturupta yirmi dört saat terleyen sen değil misin? demiş. Beyoğlu; «Ben bunu nasıl elde edebilirim.» diye düşünmeye başlamış. Elçiler göndermiş fakat kız: «Varmam!» dermiş, Beyoğlu defalarca elçi göndermişse de kızın gönlü bir türlü olmamış. Gel bunda, git bunda derken zor şer gönlünü etmişler. Etmişler ama bir şartla. Beyoğlu'nun parmağında bir yüzük varmış. Dünyada eşi yokmuş. Kimseye de vermezmiş. Eğer bu eşi yok, nadir yüzüğü kıza takarsa, kız varacakmış. Beyoğlu da kabul etmiş. Feslikancı kızına yüzüğü takmışlar. Kırk gün kırk gece düğün yapmışlar ve evlenmişler. Beyoğlu evlenişinin dördüncü günü gelini halâya atıvermiş. Gelin halâda bir yol bulmuş. Gide gide bir kapıya rast gelmiş. Kapıyı açınca karşısına koskoca bir saray çıkmış. Saray da kimsecikler yokmuş. Fakat her türlü yiyecek, her türlü giyecek, kısacası canının her istediği varmış. Yoksa dahi O anda var olurmuş. Gel zaman, git zaman derken aradan dokuz ay on gün geçmiş. Feslikancı kızının iki oğlu dünyaya gelmiş. Aradan aylar geçmiş, yıllar geçmiş. Nihayet Bey oğlunun düğünü başlamış. Bunu Feslikancı Kızı her nasılsa duymuş. Bu sırada çocuklar da bü*yümüşler. Onları giydirmiş, kuşatmış. Büyücek çocuğun parmağına babasının taktığı yüzüğü takmış. Doru bir ata bindirmiş ve onlara: - Babanızın yanına oturun, akşamüzeri de eve dönün demiş. Sonra da çocukları uğurlamış. Çocuklar halâdan çıkıp, atı koşturarak babasının konağına varmışlar, atı güzelce bağlayıp, babalarının yanına oturmuşlar. Beyoğlu büyük çocuğun parmağındaki yüzüğü görmüş içinden «Allah!» demiş. «Bu yüzük benim yüzüğe benziyor. Halbuki benim yüzük, karım ile beraber halâya gitti.» demiş. Çocuklara dikkatlice bakınca, kendisine benzediğini anlamış. Fakat ses çıkarmamış. Akşam olunca çocuklar ata binmişler ve analarının yanına dönmüşler, ikinci gün yine aynı şekilde giyinmişler, ata binerek babalarının konağına varmışlar. Atı bağlayıp, babalarının yanına oturmuşlar. Beyoğlu yine çocuklara dik dik bakmağa başlamış. O gün akşam olunca yine analarının yanına dönmüşler. Çocuklar düğün süresince bövle gelip gidiyorlar. Nihayet gelin geliyor. Çocuklar da ata binip halânın yolunu tutmuşlar. Beyoğlu da bunları takip etmiş. Çocuklar vara, vara halâya varmışlar. Oradan içeri girmişler. Beyoğlu da girmiş. Gide gide bir kapıya rast gelmiş. Kapıyı açınca koskoca bir sarayla karşılaşmış. Saraya girmiş, birde bakmış bir kadın var. Kadının yanına yaklaşmış. Hayretler içinde dona kalmış. Eski karısı Feslikancı Kızı hâlâ yaşıyor ve o iki çocuk da onun çocukları... Ne yapacağını şaşırmış. Sonra kendini toplamış. Karısını ve çocuklarını alarak, konağına gelmiş. Yeniden kırk gün, kırk gece düğün varmış ve evlenmişler. Onlar ermiş muradına...
TÜRK FOLKLOR ARAŞTIRMALARI DERGİLERİNDEN DERLENMİŞTİR. | |
| | | maviş Yönetici
| Konu: Geri: ANTALYA-07 23rd Nisan 2010, 03:14 | |
| Dualar ve Beddualar
DUALAR
Babanın canına rahmet olsun
Çıran devamlı yağlı kalsın
Allah kesene İbrahim bereketi versin
Allah ıslah etsin
Allah kolaylık versin
Allah doğru yoldan ayırmasın
Allah gençlikte ölüm, ihtiyarlıkta yoksulluk göstermesin
Allah evlat acısı göstermesin
Allah işini rast getirsin
Allah imandan Kurandan ayırmasın
Allah dünya gözüyle göstersin
Ocağı tütesice
Allah ziyade etsin
Allah bereket versin
Ağzının tadı daim olsun
Allah iyiliğini versin
Allah mürüvetini göstersin
Kem gözden ırak olasın
Koluna kuvvet kesene bereket
Su gibi aziz olasın
BEDDUALAR
Zehir içesice
Zehir zıkkım ye
Ağzından burnundan gelsin
Ocağı sönesice
Başına benim kadar taş düşsün
Canın çıksın
Defteri dürülesice
Evinde baykuşlar öte
Boynu altında kalsın
Dilini eşek arısı soksun
Allah gençliğine doyurmasın
Allah’ından bul
Gözü kör olsun
Boyun posun devrilsin
Kan işeyesin
İki yakası bir araya gelmesin
Ölücüğün kalksın inşallah
Adın batsın
Ocağına incir dikilsin
Kör şeytancığından bulasıca | |
| | | maviş Yönetici
| Konu: Geri: ANTALYA-07 23rd Nisan 2010, 03:15 | |
| BİLMECELER
Elsiz ayaksız kapı açar (Rüzgar)
Ortası ateş üstü taş, içinde milyonla baş (Dünya)
Ev üstünde yarım çörek (Ay)
Altı tahta üstü tahta, içinde kanlı softa (Kaplumbağa)
Tavan üstünde takır tukur, zannedersin halı dokur (Fare)
Ufacık kuşlar camiyi taşlar, kendi yemez ele bağışlar (Arı)
Dağdan gelir sekerek, kuru üzün dökerek (Keçi)
Atlayarak yürür, patlayarak ölür (Pire)
Alçacık dallı yemesi ballı (Çilek)
Ben ne idim ne idim, samur kürklü bey idim Felek beni şaşırttı, kızgın külde pişirtti (Kestane)
Bilmece bildirmece, resim yapar gündüz gece (Ayna)
Kara deve çöküp oturur, zülfünü döküp oturur (Çadır)
Ayağı yok gezer durur, ne verirsen yer oturur (Cep)
Abdest alır namaz kılmaz, cemaatten geri kalmaz (Cenaze)
Köylüler yere atar, şehirliler cebinde saklar (Sümük)
Kaynak: Hüseyin ÇİMRİN, Antalya Folkloru, 1984 Akdeniz Kitabevi
Üstü mermer altı mermer, içinde gelin oynar (Dil)
Allah yapar kapısını, demir açar kapısını (Karpuz)
Çıt demeden ağaca çıkar (Karınca)
Altı ayaklı fil, ortasında dil Akıllı isen bil, ahmak isen sor (El terazisi)
Ben giderim o gider, arkama para döker (Baston)
Kaynak: Hüsnü YILDIZ, Türk Folklor Araştırmaları, Mayıs 1955 c.3 | |
| | | maviş Yönetici
| Konu: Geri: ANTALYA-07 23rd Nisan 2010, 03:16 | |
| MANİLER
Mercimek kile kile Ölçerim sile sile Seher gelin oluyor Geçinsin güle güle
Su akar ince ince Su serperler pirince İnsan bir hoş oluyor Sevdiğini görünce
Maşa maşaya benzer Maşa şişeye benzer Şu köyün oğlanları Ölmüş eşeğe benzer
Karanfilim sarkarım Açılmaya korkarım Yar kapıdan girince Ölü olsam kalkarım
Çekmecenin kilidi Üstünde güller bürüdü Sen orada sen burada Olan ölüm çürürdü
Ata binen efendi Ceketi kahverengi Oturmuş yazı yazar O da Tahsin efendi
Masa üstünde pekmez Bu pekmez bana yetmez Senin aldığın maaş Benim süsüme yetmez
Ay doğar elek gibi Gün doğar melek gibi Şu köyün kızları da Turfanda kelek gibi
Yemenim turalıdır Kenarı oymalıdır Dostlara haber verin Sevdiğim buralıdır
Ak gülüm uyanmıyor Kokular boyanmıyor Yar aklıma gelince Yüreğim dayanmıyor
Bizim bahçede dutlar O dutları kim toplar Asker olan yarime Gölge olsun bulutlar
Bahçelerde enginar Enginarın dengi var Kınamayın a dostlar Al yanaklı yarim var
Gidiyom beyan beyan Yolda kaldım aç yayan Alcam dedin almadın Ecel yatsına dayan
Bahçelerde bağ erik Yarim gönlün ne kırık Sevdin de alamadın Yüreğin ona mı yanık
Ak tavuk almadın mı Kümese salmadın mı Eh cadı kaynana ah Sen hiç gelin olmadın mı
Altın tabakta vişne Gel yarim aşka düşme Bu aşkın sonu yoktur Nafile dile düşme
Saksılarda sarmaşık Sormadan oldum aşık Pek üstüme gelmeyin Hem sevdalıyım hem aşık
Tabakta erik kaynana Dişleri gedik kaynana Oğlun çerez getirdi Sensiz yedik kaynana
Başak döktüm harmana Kız darıldın mı sen bana İkimizin derdini Yazdıralım fermana
Denizde karabalık Okkalıktır okkalık Anne beni evlendir Yeter gayri bekarlık
Portakal dilimi Tut kaynana dilini Şimdi oğlun gelirse Kırar kambur belini
Makinemin ipliği Sökülmüyor diktiği Benim sevdiceğim Alanya’nın kekliği
Keçi vurdum bayıra Kımır kımır yayıla Benim gönlüm sen de yok Allak beni senden ayıra
Çarşı çamur olur mu İmam cavır olur mu İmam cavır olursa Allah gayır olur mu
Gemi gelir yanaşır İçi dolu çamaşır Alanya kızlarına Bakan gözler kamaşır
Bahçelerde maydanoz Maydanozu yoldunuz Benim kara gözlümü Bana çok gördünüz
Bal idim pekmez oldum Kurudum tütmez oldum Bir milyonluk kız idim Beş para etmez oldum
Maydanoz ot değil mi Yaprağı dört değil mi Ben yarimi özledim Bu bana dert değil mi
Alanya’nın muzları Ne güzeldir kızları Bir tane alam dedim Çekilmiyor nazları
Oturdum kalkamadım Kibriti yakamadım Güzelleri görünce Çirkine bakamadım
Bahçelerde üzümsün Benim iki gözümsün Sanma ki unutuyorum Gece gündüz düşümsün
Kız gelin dırdır etme Fazla ileri gitme Vakitsiz horoz gibi Gece yarısı ötme
Kaynaklar: İl Kültür ve Turizm Halk Kültürü Arşivi Hüseyin Çimrin, Antalya Folkloru,1991 Ali Rıza Gönüllü, Alanya Folklorundan Derlemeler,Alanya 1998 | |
| | | maviş Yönetici
| Konu: Geri: ANTALYA-07 23rd Nisan 2010, 03:17 | |
| Bunlari Yapmadan
Antalya'nın her köşesine dağılmış antik kentlerini gezmeden,
Antalya Müzesini görmeden,
Saklıkent'e gitmeden,
Kaleiçi ve Eski Antalya Evlerini görmeden,
Akseki İlçesinde Kardelen çiçeğinin fotoğrafını çekmeden,
Döşemaltı halısı almadan,
Yöre reçellerini tatmadan..
DÖNMEYİNİZ | |
| | | maviş Yönetici
| Konu: Geri: ANTALYA-07 23rd Nisan 2010, 03:17 | |
| | |
| | | | ANTALYA-07 | |
|
Similar topics | |
|
| Bu forumun müsaadesi var: | Bu forumdaki mesajlara cevap veremezsiniz
| |
| |
| |
|